Bülent Somay bir kitabında “Here Comes the Flood”dan bahsediyordu, Gabriel’ın solo albümlerine kapı açıldı. Mikael Akerfeldt’le Steven Wilson’a göre Genesis gelmiş geçmiş en iyi progressive rock gruplarından biriydi, sevdiğimiz adamların yönlendirmesiyle birkaç şarkı daha dinledim ama gerisi gelmedi, gelseymiş keşke. Müzisyen abiler şarkılardaki pek çok numarayı ilk olarak Peter Gabriel’ın yaptığını söylediler bir gün, aklımda John Cage’inkine benzer bir imaj oluşmuştu. O kadar deneysel olmamakla birlikte gerçekten de Cage’e yaklaşan bir çizgisi var Gabriel’ın. Afrika ve Uzakdoğu müziğine eğildiği zaman etkilenip albümlerine koyduğu vurmalılar ve zilliler, şans eseri keşfettiği ses efektleri, synthesizer’la yaptığı denemeler derken yenilikçiliğin yılmaz neferi haline gelmiş zamanla, bu yüzden maddi anlamda hiçbir zaman rahat edememiş, albümlerinin birbirine benzemesini istemediği için farklı sesler peşinde koşarak dinleyicilerini şaşırtmaya çalışmış. Ahmet Ertegün zarar edeceğinden korktuğu için sözleşmeyi feshetmiş örneğin, sonradan pişman olup Gabriel’ı geri almaya çalışsa da yapımcılarını diken üstünde tutmuş Gabriel, duyulmayan bir ses bulabilmek için harcadığı zamanda kaydetmesi gereken albümleri kaydedememiş, üstelik WOMAD gibi toplum yararına yaptığı işlerde -muhtemelen heyecana kapılarak- maddi meselelere hiç eğilmediği için iflas etmekle yüz yüze gelmiş. Gündelik yaşamında da etrafındakileri huzursuz edermiş sürekli, bir yerlere geç kalmadan edemezmiş, hatta rivayet odur ki bir konserden önce geç kalmaması için Gabriel’a trenin kalkış saatinden yirmi dakika önce orada olmasını söylemişler, Gabriel biraz gecikerek gelmiş, oh çekerek yerlerine oturmuşlar. Tam düdükler öterken Gabriel fırlamış, gazete alacağını söyleyerek trenden inmiş, kaygılandırmış yine milleti. Böyle bir adam, çok yönlü bir adam aynı zamanda. Oyunculuk eğitimini müzik kariyeri için bıraksa da sinemadan kopamamış, Scorsese ve Jodorowsky gibi yönetmenlerle iletişime geçip film projelerinde yer almaya çalışmış ama planlar ertelenmiş sürekli, olmamış. Film müziği yapmış o da, Gremlins için yaptığı şarkı en bilineni olabilir. Tabii bu kitap otuz iki yıl önce yazıldığı için başka film müzikleri de olabilir, bakmadım. Neyse, Gabriel başlı başına bir müzik olayı, etkilediği müzisyenin haddi hesabı yok. Albümlerini kaydederken veya konser verirken birlikte çalıştığı müzisyenler yıldızlar karması gibi: King Crimson’dan Robert Fripp ve Tony Levine, yakın arkadaşı Brian Eno, Steven Van Zandt, Phil Collins -Genesis’te birlikte çaldılar, solo projelerinde de birbirlerini desteklediler, gerçi anlaşıldığı kadarıyla arkadaşlıkları gerginliklerle dolu- ve Stewart Copeland gibi bir dünya isim. Gabriel’a dâhi gözüyle bakıyorlar, birlikte çalışması biraz zor bir adam ama yaratıcılığının ucu bucağı yok. Genesis zamanından beri böyle. Tayfa okuldan toplanıyor, Tony Stratton ve Gabriel şarkıları birlikte yapıyorlar, başlarda küçük mekânlarda konser verirlerken iş büyüyor, menajerler ve yapımcılar buluyorlar, alıp yürüyorlar. İlginç bir şey, The Beatles mesela önemli insanları bulana kadar sürünüyor, Hamburg’da leş gibi ortamlarda çalıp rezil şartlarda yaşamaya çalışıyor elemanlar ama öyle bir yol açmışlar ki aradan geçen beş altı yılda müzik sektörü bu alandaki boşluğu görerek yatırımlarını yoğunlaştırmış, böylece Genesis gibi gruplar pek zorluk çekmemiş, en azından Bright’ın anlatımı böyle. Kolay ve güzel yürüyorlar, sonra grup içi anlaşmazlıklar doğuyor, Gabriel’ın okul zamanı tanıştığı eşi Jill hamile kalınca Gabriel grubu haliyle boşluyor biraz, turneye çıkmak istemiyor, böylece ayrılıyor gruptan. İşin kötüsü, Jill de kendisine zaman ayırmadığını düşündüğü Gabriel’ı aldatıyor hamileyken. Sahnede izlediği adamın seviyesine ulaşamayacağını düşünüyor, dikkat çekme çabasıyla Gabriel’ın en yakın müzisyen arkadaşlarından biriyle birlikte oluyor. Bu olayı atlatıyorlar, ikinci çocuktan sonra Jill bir daha aldatıyor, yine atlatır gibi oluyorlar ama ilişkileri yürümüyor, Gabriel müziğinin peşinde dünyayı gezerken ailesine zaman ayıramadığını da göz önünde bulundurarak noktayı koyuyor. Zen ve Tao ruhuna işlemiş, çocukluğundan beri düşüncelerine odaklı, kendini bilen biri. Garip de bir adam, hayatının en önemli kararlarını yazı tura atarak belirlermiş mesela, ilk çocuğunun adını yoldan geçen rahibelere sorarak belirliyor mesela. Şansına güveniyor, bir yandan da şansı yaratıyor. Mitolojiye ilgi duyuyor, edebiyatla haşır neşir, Bowie gibi bir adam işte. Bowie’nin bir Gabriel şarkısı söylemişliği de var bu arada, zaten aynı çevrelerde takıldıkları için benzer kaynaklardan besleniyorlar, birbirlerinin işlerini seviyorlar, doğal.
Genesis’ten ayrıldıktan sonra müzikal arayışlar ağırlık kazanıyor, “drum machine” benzeri bir aygıtı ve synthesizer’ı etkin bir biçimde ilk olarak Gabriel kullanıyor. Eleştirmenlere göre Peter ya bir seyyah ya da sahtekâr, ortası yok gibi gözüküyor. Özellikle bu Afrika müziğiyle Batı müziğini birleştirerek ortaya koyduğu şarkılar beyaz dünyanın tepkisini çekiyor, ırkçılık kokan eleştiriler yazılıyor. Büyük ölçüde kesiliyor bunlar Live Aid zamanında ama Gabriel’ın canı sıkılıyor, bu konudan bağımsız olarak yapılan aşırı saldırgan eleştirilere de canı sıkılıyor, hatta basın toplantılarına almıyor bazı eleştirmenleri. Avangart esintili müziğinin anlaşılmasını istiyor, bu yüzden kliplerin önemini hemen herkesten önce anlayarak ilginç klipler hazırlıyor, prodüksiyonlu bayağı. Kumar oynuyor açıkça, tutmazsa büyük miktarda para kaybedeceği işlere çekinmeden giriyor ve genelde kafa kafaya bir durum çıkıyor ortaya, konserlerden kazandığı parayı tekrar müziğine yatıran bir idealist kendisi. Birkaç garip fikrini anlatıp bitireyim, mesela şarkının üzerine klip çekmek yerine önce klibi çekip sonra üzerine şarkı yazmayı düşünüyor, işin içine Scorsese’i de katarak. Milgram’ın meşhur deneyini şarkılaştırma meselesi var, şu epey problemli, bir noktadan sonra durdurulan sosyal deney. Profesörü arıyor, konuşuyorlar ama Milgram “bilimsel araştırmayla eğlencenin aynı yatağa girmeyeceğini” söylüyor, Gabriel şarkıyı kaydetmeden iki yıl önce ölüyor Milgram, şarkıyı dinleseydi ne düşüneceğini merak ettim. Başka, seyircilerin arasında belirme olayı var. Kablosuz mikrofon kullanan ilk müzisyenlerden biri Gabriel, konser sırasında ortadan kaybolarak seyircilerin arasında belirmeyi pek severmiş. Tartaklandığı, dayak yediği de olmuş ama vazgeçmemiş bu olaydan, çok hoşuna gidiyormuş böyle delilikler. Sahneden seyircilerin üzerine atlamayı da severmiş, bu uğurda ayağını kırmış kariyerinin başında. Ayağı yanlış kaynayınca kırıp tekrar kaynatmışlar, vidalar takmışlar üstelik. Bu faciadan sonra adam atlamayı bırakmamış, uçup sırt üstü düşmeyi seviyormuş hatta. Aslında son derece tutuk bir adammış başlarda, sahne şovlarında deli gibi coşup sahneden inince utangaçlaşırmış. Şarkı sözlerini unutması da var, şarkı girişleri normal süreyi aşıp birkaç ölçü tekrar tekrar çalınınca seyirciler anlarmış olayı, Gabriel şarkı sözlerini hatırlatması için suflörü Levin’e doğru sağlam bir koşu tuttururmuş, süper olay. Şimdi gördüm de The Walking Dead‘e bile şarkı yapmış adam. Adamın yan uğraşı bu, cebine biraz daha para koymak için film, dizi müziği yapıyormuş. Böyle daha pek çok detay var, çok ilginç bir adam.
Şarkıların hikâyeleri var, albüm kayıtları sırasında yaşananlar var, konserler, seyahatler, yaşam felsefesi, otuz iki kısım tekmili birden Peter Gabriel var bu kitapta. Pek dinleyeni, bileni yok gerçi ama böyle bir kitap var işte, adamın hayatını merak edenler atlasın.
Cevap yaz