Hıfzı Topuz – Paris’te Bir Türk Ressam

Fikret Muallâ’nın yaşamı çok ilginç. Topuz, Muallâ’yı 1952’nin sonlarında tanıyor, bir bursla Paris’e gidip Akşam için röportajlar yapmaya başladığı sırada Avni Arbaş’a uğruyor ve Muallâ’yı soruyor. Arbaş adresi veriyor, Topuz’u uyarmadan da edemiyor: Muallâ’nın sağı solu belli olmazmış, güzel güzel konuşurken kafası atar, hakaret etmeye başlarmış. Bir garip adammış Muallâ, kimse kapısını çalmazmış, öğlene kadar çalışıp yaptığı resimleri kafelerde oturanlara satmaya çalışırmış, eline geçen parayı doğrudan alkole yatırırmış, bir sürü şey. Röportajdan sonraki bölümlerde Muallâ’yı tanıyanların anılarına geçtiğimizde bu bohem yaşamın yol açtığı sıkıntılara yakından bakma fırsatımız oluyor, örneğin ressamın kafelerden tekme tokat kovulduğunu okuyoruz, evsiz kaldığı zaman köprü altlarında yattığını öğreniyoruz, bir dünya şey ama röportajdan devam edeyim. Topuz atölyeye geliyor, güler yüzle karşılanıyor. Muallâ’nın anlatası var belli ki, arıza çıkarmadan konuşmaya başlıyor. Konuşmasına konuşuyor da araya öyle alakasız şeyler sokuşturuyor ki anlamak mümkün değil, bu yüzden Topuz çoğu sayıklamayı çıkarttığını söylüyor. Muallâ’nın mektupları da öyle, bir sürü zırvanın arasından mantık parçalarını toplamak zorunda kalırmış okuyanlar. Polisler tarafından takip edildiğini, öldürülmek istendiğini düşünüyor Muallâ, gençliğinde yaşadığı facianın etkisi. 1903’te Kadıköy Bahariye’de doğuyor, adını Tevfik Fikret’ten ve çocuğunun kız olmasını isteyen babanın tesellisinden alıyor, gerçi Muallâ adı o dönem hem kızlara hem de erkeklere konurmuş. Neyse, nispeten mutlu bir çocukluk geçiriyor. Futbol delisi, ailesinde Fenerbahçe’nin kuruluşunda yer alan isimler var, kendisi de koyu Fenerbahçeli. Acılar yavaş yavaş ortaya çıkıyor sonrasında, Muallâ o sırada İspanyol nezlesine yakalanıyor, hastalık annesine geçiyor ve kadıncağız vefat ediyor. Aile perişan. Bir gün okuldan erken dönüyor Muallâ, bakıyor ki evde bir kadın var, yaka paça atıyor kadını evden. Babası da kibar, sanatçı ruhlu bir insan, gözyaşı döküyor, oğlunun öfkesiyle baş edemiyor. Eve başka bir kadın gelince bu kez ortalık biraz daha sakin, babayla oğul arasında birtakım münakaşalar yaşansa da büyük bir problem yok, ta ki Muallâ’nın arkadaşları evdeki kadının güzelliği hakkında konuşuncaya dek. Kıyamet kopuyor, oğlan babasının yüzüne bir yumruk patlatıyor, bir süre sonra da İsviçre’ye yollanıyor. Futbol meraklısı oğlanın Galatasaray’da okurken sakatlanması da psikolojisini iyice bozuyor, ömrünün sonuna kadar topallayarak yürüyor. Neyse, İsviçre’de yapacak pek bir şey yok, Almanya’da resim eğitimi almak istiyor, iyi hocalardan eğitim alıyor, buraya kadar büyük bir aile faciasıyla iyi kötü geliyor ama memlekete döndükten sonrası çok fena. 1936’nın Aralık ayında gerçekleşiyor olay, Peyami Safa’dan Nâzım Hikmet’e pek çok sanatçının uğrağı Degüstasyon’da arkadaşlarıyla takılırken duvardaki Atatürk resminden açılıyor mevzu, resmi yapan Muallâ’nın Almanya’daki hocası. Resmi beğenmediğinden bahsediyor ama kantarın topuzunu da iyice kaçırıyor, sonra bir şikâyet, polisler gelip götürüyorlar. Karakolda dayak, hakaret, Ulu Önder’e hakaret eden adama adından ötürü nonoş yakıştırmaları, korkunç bir muamele. Resim hakkında konuştuğunu söyleyemiyor Muallâ, gerçi hızını alamayıp Atatürk’e sayıp sövmüş de olabilir, orası biraz karanlık ama böyle bir muameleyi hak etmediğini söylemeye gerek yok. Araya arkadaşları giriyor, akli dengesinin yerinde olmadığı söylenince Bakırköy’e kaldırılıyor. Dokuz ay boyunca akli dengesi bozuk insanlarla birlikte yaşıyor, çıkar çıkmaz da Paris’te alıyor soluğu. Arada kendisine iş veriliyor, Abidin Dino güzel işler bağlıyor ama o kadar güvenilmez bir adam ki dostları bile kendisiyle iş yapmaktan kaçınıyor bir süre sonra. İzmir olayı var, anlatmaya değer. Bir dostunun aracı olmasıyla İzmir’de birkaç resim işi alıyor, İzmir’e gidiyor ve avansını bir güzel yiyor, ortalıkta da yok. Bunu arıyorlar, buluyorlar, önce saygı gösterip işi yapmasını istiyorlar, yine ortadan kaybolunca yaka paça götürüyorlar, zorla yaptırıyorlar. Bunun yanında işini ciddiye aldığı zamanlar da var, faciadan önce. Nâzım Hikmet’le yakın dost, sahne dekoru hazırlıyor, dostunun aracılığıyla Muhsin Ertuğrul’un oyunlarında yer almak istediğini de söylüyor ama Muhsin Bey pek yanaşmıyor buna. Yine faciadan önce resim öğretmenliği maceraları var, Ayvalık’taki ilginç. Balıkçılardan, salaş meyhanelerden ve doğadan başka hiçbir şey yok o yıllarda, Ayvalık bakir bir yer. Muallâ da rahat kafayla resim yapmak istiyor, onun için ideal bir yer aslında ama orada da yapamıyor, canı sıkılıyor, olay çıkarıp dönüyor. Çıkardığı olayların anlatımlarına bakıyoruz, gerçeği bulamıyoruz, öyle de bir şey var. Ruh hali çok değişken olduğu için bir olayı yüz farklı şekilde anlatabiliyor, sonra kulaktan kulağa oynarmış gibi değişiyor muhteva, yaşananlar söylencelere dönüşüyor resmen. Galatasaray Lisesi’ndeki resim öğretmenliğini de anlatayım, denk geldim. Mezun olduğu okula öğretmen olarak dönüyor, güzel. Bir gün içmeye gidiyor, ayarı olmadığı için deli gibi içiyor, cebindeki para hesaba yetmeyince mekân sahipleri bunu soymaya kalkıyorlar, Muallâ masalardan birinin üstüne çıkıp soyunmaya başlıyor, tam donunu indirecekken ortamdaki gençlerden biri patron olan babasına bağırıyor: “‘Baba, ne yapıyorsun, o bizim resim hocamız!’” (s. 40) Skandal tabii, yollanıyor okuldan.

Paris yıllarına odaklanıyorum. Muallâ’nın Paris’teki otuz küsur yıllık yaşamı kurmaca gibi bir şey, garip ve gerçeğe yakın. Komşusu Musevi bir kadını Alman işgali sırasında polislere ihbar ediyor mesela, kadını alıp götürüyorlar. Bir şey de yok, Muallâ’nın kadına borcu varmış biraz, atışmışlar, sonra olan olmuş. Pek üstünde durulmuyor, bu durum bana biraz kasıtlıymış gibi geldi, Muallâ’nın öğrencilik yıllarından beri Alman hayranı olduğu söyleniyor, hatta Degüstasyon vakasından sonra karakoldaki amir Muallâ’nın Alman ajanı olduğunu söylüyor. Röportajda işgal yıllarında ekmeğinin peşinde koştuğunu söylüyor ressam, savaşla ilgili pek bir fikri yokmuş gibi gözüküyor ama başkalarının anılarına göz atarsak Fransa’yı kötüleyip Almanları göklere çıkardığı söyleniyor. Bu bir, ikincisi Picasso olayı. Bir fırsat bu kadar güzel tepilir, yine söylenceye dönüşüp farklı versiyonları yaratılan bir olay. Picasso’nun atölyesine gidiyor Muallâ, biraz muhabbet ediyorlar, sonra duvardaki bir resmi alıp çıkıyor oradan, bir daha da gitmiyor. “‘Picasso’ya karşı çok mahcubum. 1947’den beri evine gidemiyorum.’” (s. 57) Picasso oldukça ünlü o sıralar, civarında biraz dolaşsan hayatın kurtulacak belki, nasıl gidemezsin ya? Mahcupmuş. Bir de satmış tabloyu üç kuruşa, sinirlenmemek elde değil. Arkadaşlarıyla maceraları yine pek ilginç, ben Topuz’un son ziyaretiyle bitireyim. Kodaman bir kadın Muallâ’ya kucak açıyor, adamın yemek ve barınma ihtiyaçlarını karşılıyor, resim yapmaktan başka bir şeyle uğraşmamasını, içki içmemesini istiyor. Muallâ rahat duramıyor tabii, evden kaçıp başka mahallelerde içmeye devam ediyor, yakalanınca da kavga gürültü. Kadın yine de peşini bırakmıyor, adamı kendisine ait bir dağ evine gönderiyor. Muallâ resim üstüne resim yapıyor, güzel bir yaşam sürüyor. Sonra da hastaneye kaldırılıyor, vefat ediyor. Hayattayken üç beş kuruşa sattığı resimleri ölümünden sonra değerleniyor, değerleneceğini de biliyor aslında, arkadaşlarıyla konuşurken bir gün tablolarının deli paralara satılacağını ama kendisinin açlıktan süründüğünü söylüyor falan, her şeyin farkında. Bazı ressamlara göre ressamlığı zanaate bağladığı için otomatik şekilde ürettiği resimlerinin pek bir değeri yok ama üzerinde özellikle çalıştığı resimler başarılı, sanatsal değeri yüksek resimler. Farklı görüşler var bu konuda, Topuz birçok ressamla görüşüp fikir almış, kimileri Muallâ’yı tanıyan ressamlar.

Orijinal bir yaşam, başka ne denir bilemiyorum. Topuz da Muallâ’ya yakışır bir şekilde kurmuş metnini, röportajların arasına anılar sıkışıyor, birinin dediğini diğerinin dediği tutmuyor, böyle bir garip, güzel metin.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!