Sine Ergün – Kopuk

İki bölüm iki ayrı unutma biçimidir. Karakter isimsiz, “İ” diyelim, arabayı kentin dışında bırakıyor çünkü öyle söylenmiş, edilgenliği sağlayanlarla ilgili hiçbir bilgi edinemeyeceğiz, onları da unutulanlar olarak görebiliriz. Kent uzaktan bakınca adacıklardan ibaret, sokak lambaları sınırları belirliyor, İ bu adalardaki evlerden birinin kapısını çalacak. Bakımsız, gençliğinin sonlarında bir adam kapıyı açtıktan sonra: “Kısa, baktı.” (s. 15) Göz değdirebilir, bakıverebilir ama bu kırık anlamı yaratamaz o zaman, anlatının atmosferini seyreltir, havayı kaçırır. Z adı, neler olduğunu soran İ’ye omuz silker, omuz silkmek belki de ilk kez öylesi doludur çünkü Z vücudundan ibarettir çoğun, olanları hatırlar ama İ’nin unutmuşluğunu konuşmayarak besler, konuştuğunun da doldurduğu bir semantik alan yoktur, aslında anlatının böyle bir alanı yoktur, sadece kentin başına gelenleri bir yere oturtabiliriz. İ olanları duyduğunda telefonunun çalacağını biliyordu, edilgenlik ustaları işini verirler ve alana yollarlar İ’yi, fotoğraf makinesini alacak ve Z’nin yol göstericiliğinde yakından bakacaktır kente, Z’ye de. “Niçin arabayla devam etmedik, siye sordu. Sesini tanımadı. Öfkeli. Sormadan önce bunu düşündüğünün, öfkeli olduğunun ayırdında değildi. Karanlıkta homurdandığını işitti Z’nin. Yanıt vermek, konuşmak onun için sanki güçtü. Öteden beri böyle, dedi. Uzun zaman yeniden konuşmasını bekledi. Sonunda, sabırsız, Anlatır mısınız, dedi. Z boğazını temizledi, ayak seslerinin eşliğinde yürümeye devam ettiler. Her adımda sorunun yanıtına olan merakını yitiriyor, ulaşamamaksa onu öfkelendiriyordu.” (s. 17) Z nihayet anlatır biraz, eskiden beri yol üstüymüş ora, at sırtında kenti yağmalayanlar gelirmiş de atlar yasaklanmış orada, sonra arabalar. İ araba için aynı kuralın uygulanmasından yakınınca Z “kababa” olduğunu söyler İ’ye, bir nevi yabanlık belki, tekrar karşılaşacağız bu sözcükle. O sıra güneş doğar, çirkin kent yavaş yavaş ortaya çıkarken İ’nin gördüğü diğer kentlerin arasına yerleşir hemen, adı diğerleri gibi anımsanmayacaktır. Fotoğrafı da yoktur bu yüzden, Z’nin de fotoğrafını çekmek isteyen İ bir şekilde engelleneceğini öngörür ki doğrudur, kentte fotoğraf çekmek isteyeceği zaman önce nazikçe, sonra şiddetle engellenir, kayıt tutması engellenir. Fotoğrafın göstereceği, sabitleyeceği hiçbir anlam kalmamıştır, sakinler ve kent kimlik edinmeyi reddeder, tek bir âna veya hikâyeciğe hapsedilmeye karşı çıkarlar. Bombalandıktan sonra herkes bir yakınını kaybetmiştir ve şehrin etrafına koca bir duvar örülmektedir, değişim acıdan doğduğu için görüntü ve isim, tanımlayıcı herhangi bir şey özelleştirir, dehşetten çok kaybı ön plana çıkarır. Kentliler istemez bunu, B’nin evine gidip konuşmaları kaydetmeye başlayan İ yine pek öyle sağlam bilgiler edinemez, B’nin babasının kısa süre önce kenti terk ettiğini, eşini de götürmek istediğini ama kadının çocuğuyla birlikte geride kaldığını öğrenir bir. Buraya kadar ortaya çıkan tablo: kenti kimin bombaladığını kimse bilmez, kimse kendi adını da bilmez gibidir, aslında bilginin esamisine rastlanır da mantıklı bağıntılar kurmak zordur, sanki İ veya hikâyeden sorumlu kimse kenarları hatırlar da içe dair her şeyi unutmuştur, bu sayede hızlı geçişleri garipsemeyiz, anımsamalara benzer sürpriz olaylar. İ ve Z yürürlerken bir cenaze alayının arasında kalırlar, İ’nin yere düşürülen makinesi parçalanır, bedenler çukurlara yerleştirilir. Merasimden sonra babasının hikâyesini anlatır B, dedesinin bağladığı iple kenti sınırlayan nehirden uzak tutulan baba ipten kurtulup uzaklara gitmeyi başarmıştır, iple bağlı olan her şeyin geri dönmeyeceğine veya sabit kalacağına dair sezi. Z daha fazla kalmamasını ister İ’den, kababalar o şehirde bulunmazlar, bulunmamalılar. Sabah olduğunda duvar kapanmak üzeredir, Z uyandırır da ayaklanır İ, birlikte koşarlar, duvarın kapanmasından önce arabaya ulaşırlar. Z düşünür, ipini koparmıştır kendisi, yitip giden babası gibi değil de herhangi biri gibi kalmıştır kentte. Kopuktur, amaçsız. Duvar üzerine konuşur Z, bittiği zaman dışarıyı unutturacağı düşünülmüş, içeridekiler bir başlarına kalacaklarmış, duvar korkusu. Unutulmak mevzubahis olunca dökülür İ, hiçbir şeyi anımsamadığını söyler, tek tük görüntüler ve sözcükler ortaya kişisel bir tarih, hikâye çıkarmaya yetmemektedir, İ yaşamının parçalarını bir araya getirip de bir metin, eser, hayat yaratamaz. Z karşı çıkar, gerçekten anımsamama değil de anımsamamayı tercih etme vardır ona göre, yoksa anılar ortaya çıkarlar, engellenemezler. Bunları “müstehzi bir gülümsemeyle” söyler Z, keşke öyle gülümsemese, daha doğrusu nasıl gülümsediğini bilmesek.

Pansiyona gelirler, anayla oğlunun işlettiği pansiyonda bir süre kalacaklar. İ geçmişine dair hatırlayabildiklerini arka arkaya dizmeye çalışır, aradaki boşlukları dolduracak hiçbir şeyi yoktur, bomboş bir sayfa gibidir İ, küçücük noktalarla, anı parçalarıyla dolar. Oldukça öznel, dış dünyayla pek az ilgili. Oğlan duvarın dikildiğine inanmaz, dezenformasyona lanet eder, annesiyle bu yüzden tartışır. Sesler giderek uzaklaşırken uykuya dalan uyanır, rüyaya uyanır daha doğrusu, annesiyle babasını yatarken görür, ölümlerle kuşanan görüntülerde kuşlaşır, balık ağlarıyla yaklaşan güruhun elinden kurtulur ve açık bir pencereden içeri girer. Karşılaştığı kadın kuş kaldığı sürece peşinden geleceklerini söyler, eprimiş bir pardösü çıkararak kuşa verir, kanatlarını örten kuş Z’ye dönüşür, örtülü çukurları kazmaya başlayarak B’nin kemiklerini bulmaya çalışır. Bu bölüm gösterir ki rüyaların tozundan ibaret olmasa da hikâye, gizemi çözülemeyecek veya berrak bir akışa varamayacak kadar müphem ve semboliktir, tıpkı Daniel Kehlmann’ın metinlerindekiler gibi. İ uyanır ama gerçekten uyanır, bir şeylerin olup bittiğinin farkına varır, bir şeyler uykusunda olup bitmiştir ve geri dönülemez bir noktaya gelmiştir artık, kent sabitini yitirmiştir. “Herkes, her şey hızla başkalaşmış, o yine uzağına düşmüştü. Hem önünde sonunda bir söylenceydi hepsi, nasıl emin olabilirdi ki? Doğruysa hem, ona neydi? Sıklıkla belirtildiği gibi bir kababaydı o. O her kimse, kababa her neyse, onlardan biri değildi belli ki.” (s. 42) Kente dönüş yoluna koyulduğunda annesini bulmayı düşünür de ölümlerin ardından gitmek mantıklı gelmez, zaten kendisini de tanımadığı için hangi anneyi arayacağını bildiğinden şüphe duyulmalı. Harap bir otelde konaklamaya başlar, geceleri sokağa çıkıp gezindiği için resepsiyonist uyarır, geceleri gezinecekse otelde kalması yasaktır. Durmaz, gezinir, çalıştığı gazeteden kovulduğunu düşünür, televizyonda karar adamının söylediklerini duyar. Malum şeyler, bombalayanlar bulunacak ve en ağır şekilde cezalandırılacaktır, halk müsterih olsundur, devlet onların arkasındadır. Siyasi zeminde okunacak izler açıktır, anlatının en bariz noktaları. Teyzesi de barizdir, anlatırsa hatırlayacağını bildiğinden teyzesine anlatmak ister ne yaşadıysa, anılarında sevginin izini arayıp bulur. Anne yerine teyze, kaybolmayan biri. Ne ki uzaktadır, yaşam kadar ötede bir yerdedir teyze. Onun yerine yaşamındaki ölüler, ödül aldığı fotoğraflar gelir aklına, yetersiz. Gecelerden birinde gidip zaman geçirdiği barda gölgeler arasında oturan kişinin ellerini görür bir, karanlığın içinde birinin gözlerini üzerine diktiğinden emindir, son yakınındadır ama bombalanan şehirlerin, ölen insanların içinde teyzesinin söylediği tek bir söze tutunur: Vicdanı vardır onun, diğerlerine benzemeyecektir. Katı yürekli olmayacaktır, istese mezarları elleriyle kazıp kemiklere ulaşabilir, kayıpları ortaya çıkarabilir ve insanları anlayabilir bile, öfkelenmez, gözlerinden başka bir görüş istemez de makinesinin kırıldığına üzülmez.

Kısa bir romandır da ağırdır, Ergün öykülerini kapatmadığı kadar kapatmıştır bu metnini. Okur için mücadele.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!