Salâh Bey sanatçıların yaşamlarını tokuşturarak okuruna malumat sunuyor, araya kendi yaşamını da sıkıştırıyor ama kesiyor hemen sözü, yine kendini metne kattığından şikayet ediyor, bazen etmiyor ve kesmiyor sözü, kendini anlatmaya başlıyor ve lafı bitince tekrar esas kişilere dönüyor ama dönmese daha iyi olacağını düşünüyoruz, çünkü Salâh Bey’in kendini anlatması da o sanatçıları anlatması kadar anlatma, her türlü okunuyor, keyif veriyor, Salâh Bey’in anlattığı bitmesin, daha nerelere ulansın da sürsün diye gözünün içine, sayfalara bakıyoruz. Arka kapaktaki övgülerden birazı: Çetin Altan’a göre sanatçı garipliklerini Salâh Birsel’in kaleminden okuma olanağını kaçırmamak lazım, öğrenmeye ve eğlenmeye gereksinmemiz var. Turgut Uyar’a göre Birsel asık yüzlü denemenin sakalını kesmiş, gözlüğünü çıkartmış, onu kahvehaneye yerleştirmiş. Selim İleri bu son kitabıyla Birsel’in deneme türünün edebiyatımızdaki en seçkin yazarı olduğunu kanıtladığını söylüyor. Birsel Türk deneme yazınına en çok emeği geçmiş yazarlardan biri değil, en çok emeği geçmiş yazar olarak görüyor Birsel’i, bu kitap deneme türünün en bahçesiymiş, öyle renkliymiş. Her denemeyi bahçenin bir bölümü olarak görelim, bölümlerin konuları olsun, Birsel buralardaki ortaklıkları görüyor da öyle seçiyor sanatçılarını. Tuhaflıklardan bahsedebilir miyiz bilmem, bazı aykırı sanatçılar vardır da tuhaflıklarla ön plana çıkmaz hepsi, belki ilginç tercihleriyle, yaşamlarını yönlendirme biçimleriyle görünürler. Sırf bu da değil, son denemede dünyayı keşfetmek için parmaklarını feda eden, ölüme meydan okuyan kâşifleri ele almıştır Birsel, Kuzey Kutbu’ndan Güney Kutbu’na gezdirir okurunu, beyaz cehenneme kafa tutan cesur insanların canlarından nasıl geçtiklerini anlatır. Dünyanın boşluğunu dolduranlara peşinen selam, onları anlatmayacağım, sanatçılar daha ilginç. “İstanbul’dan Roma’ya Ayakla Yolculuk”ta karşımıza çıkanlara bakalım, Neron’un Vetus’a biçtiği ölümün ortadan kaldırdığı üç yaşamdan geriye eşyalar kalmıştır, kanlar akıp giderken eşyalar da soluk almayı bırakırlar, birilerine dağıtılıncaya dek ölü halde beklerler. Ahmet Haşim’in 1932’deki gezintisine zıplarız buradan, Goethe’nin evi öyle bir düzenlenmiş, odası ve yatağı öylesine canlıdır ki Haşim’e göre Goethe’nin ölüsü daha kaldırılmamış gibidir. Aşiyan’a gidenler Fikret’in her an bir yerlerden çıkabileceğini düşünürler aynı şekilde, Fikret çizdiği resmin ortasındadır, eşi Fatma Nazime Hanım yemeğe çağırmıştır da Fikret pek aldırmamış, “Benim işimin tadı yemekten de ileri,” diyerek işine eğilmiştir iyice, duyulabilir. Ruşen Eşref Ünaydın, Fikret sağken gidip evini gezmiştir de en ince ayrıntılarına değin anlatmıştır, duvarlar çiçek bezelidir, tavanlar hafifçe eğiktir. Meşhur dergiyi yönettiği sıralarda biraz kestirip kalkar, düzeltilerle uğraşır, söyleşileri yazarmış Fikret, yattığı minder de orada. Bunlar muhafaza edilmemiş ama, Fikret’in ölümünden Aşiyan’ın müze olmasına kadar geçen otuz yıl içinde pek çok şey değişmiş, mesela Fikret’in kitaplığını Galatasaray Lisesi’ne armağan etmiş Fatma Nazire Hanım. Evin insanları da değişmiş tabii, Reşat Ekrem Koçu’ya göre eskiden yemek salonu olarak kullanılan evin bodrum katına Abdülhak Hamit Tarhan taşınmış. Koçu 1947 yılında müzeye ilk gelişinde eşyaların değiştiğini anlamış, Fikret’in öldüğü veya sonradan üstüne yatırıldığı ceviz karyola değilmiş gördüğü, buna karşın yazı masasıyla koltuk Fikret’inmiş. Bu ikisinin hikâyesi de ilginç, zamanında İstanbul Üniversitesi’ne bağışlanan eşyalar müze kurulurken Fikret’in bir arkadaşının anımsamasıyla geri alınmış. Nereden, ıbık cıbığın atıldığı üniversite ambarından. “Burada konuyu biraz yana kaydırır” Birsel, mekanlara geçer. Necatigil’in Beşiktaş’taki Barbaros Meydanı’nı anlatan iki şiirinden eski bir Beşiktaş portresi çizilebilir, yoksul insanların dolandığı yerler ve önünden geçilen yapılar ortadan kalkmıştır da belli başlı işaretler kalmıştır bir, onları yakalayabileceğimizi söylüyor Birsel. Diğer yanda Nâzım Hikmet var, Haydarpaşa Garı’nda etrafa bakan şairi düşünelim, tren yola çıkmadan önce karakterlerini belirlemiştir, tutuklulardan kodamanlara, gizli kahramanlardan alenen sömürenlere seçmiştir, memleketimizdeki insan manzaraları için kadroyu tamamlamıştır. Son durak Flaubert, kendisi ünlü bir romanını yazmadan önce Paris’teki mekanları gezmiş, döneminin toplu taşıma araçlarının Paris’in nerelerinde durduğunu araştırmış, arka planı sağlamlamak için uğraşıp durmuş. Tarihsel olaylardan hangilerini seçeceğini düşündüğü sırada bir arkadaşına mektup yazmış, tarihsel kişilerin kafada yaratılanlardan daha ilginç olduğunu belirtmiş. Romanın baş kişisinden çok tarihsel bir simaya kıymet veriyormuş okurlar, Flaubert üzerinde onca uğraştığı karakterlerinin geride kalmasına içerler gibi.
“Yitik Kuşak” 1920’lerin renkli ortamına götürüyor bizi, années folles, Caz Çağı. Zelda ve Scott Fitzgerald’ın attığı finkten giriyor Birsel, bu ikisinin çılgınlıkları mesele. Scott tiyatroya gider, çırılçıplak soyunup esas oyunun seyircilerin arasında olduğunu gösterir, taksi şoförlerini dövmeye kalkar, büyük otellerin salonlarını ellerinin üzerinde adımlar. Eller? Zelda bunları alkışlar, hatta bir gün eşine arabayla kendisini çiğnemesini söyler. Bir dostları koşup frene asılmasa çiğnenecektir kadın gerçekten, bir de demiryolunun üzerinde arabalarını durdurarak uykuya dalarlar ve ölümden şimendifer görevlisinin dikkati sayesinde kurtulurlar. Her gün Amerikan gazetelerine çıkarlar, Scott hakkında uydurulanlarla üç kişinin yaşam öyküsünün yazılabileceğini söyler. Bu zirzoplukların bir kısmına Hemingway de şahit olur, hatta Hemingway bu küçük kaçık adamın daha fazla eser ortaya koymasını Zelda’nın engellediğini söyler. Eşini bir dakika rahat bırakmaz Zelda, Scott ne zaman yazmaya kalksa içkiyi dayar, eşini sarhoş eder, gelsin delilikler. Kuşaktır, iki savaşın arasında geçici bir rahatlık devri, ölümden kurtulanların, savaşı görmeyenlerin, sadece yaşamak isteyenlerin kuşağı. Adını Gertrude Stein’dan almıştır, Stein da bu adı arabasını tamir eden çırağın patronunun sözlerinden devşirmiştir, patrona göre genç çırak yitik kuşaktandır, bu kuşaktan olanlar savaştan yırtmışlardır da bir haltı beceremez hale gelmişlerdir. Stein’ın evine topladığı sanatçıların çoğu bu kuşaktandır, işe yarar şeyler yazarlar herhalde, diğerlerini Stein hiç sevmez çünkü. Huxley’nin romanlarının okunmayacağını, Lawrence’ın duygusal ve zırva bir yazar olduğunu söyler, çakar birilerine yani. Proust bütün bunların dışında o sıra, yatağından çıkmıyor, yaktığı tütsülerden evinde göz gözü görmüyor ama görecek göz de yok pek, arkadaşlarını evine pek davet etmiyor Proust, kardeşi Robert geldiği zaman bile yüzünü asabiliyor. Bütün bunları Birsel neye bağlıyor, yazarların bencilliğine. Yazmak için zaman gerekiyor, yaşamlarını paylaştıkları insanların zamanlarını çalıyorlar veya hiç dost, eş, iş, her neyse, edinmiyorlar. Proust’un kendi sözü: “Dost edinmeye hiç zamanım yok.” Denge meselesi de değil, tutku öylesi güçlü olabilir ki sosyallik zaman kaybına dönüşür, hatta kişi kendini sadece kurgusal anlamda ele alır da düşüncesine almaz, daha doğrusu kendini düşüneceğine eserini düşünür, kendini eserinde düşünür. Fitzgerald’ın kendi sözü: “İnsan yüreğini satmalı. Ben de bunu yaptım.” Edebiyata kulak asılan zamanlardı, daha doğrusu edebiyat yaşama daha bir ortaktı. Öyle miydi? Sanat daha etkindi belki, insanın yöneleceği mecralar, işler güçler kısıtlıydı, yazarlar ve okurlar daha nitelikliydi. İnanmadan yazıyorum, böyle olduğunu sanmam, kıyasa gelmez. Hasılı bu iki denemeden bu kadar şey öğrendik, Birsel’in üslubuyla şenlendik, diğer denemeleri okumak kim bilir ne kadar keyif vericidir, düşünmeli ve Birsel okumalı.
“Ah benim suratı asık ve öfkeye binmiş koçlarım! Kime ve neyi anlatmalı? Bütün sanatçılar bunu yapıyor. Yüreklerini, gözlerini, kulaklarını, ellerini, ayaklarını satıyor. Sizse yaşamından bir şeyler dağıtmaya, kara bağırlarından bir şeyi bölüştürmeye çalışan sanatçıların kaba etine sunturlu bir tekme indirmek için köşelerde bekliyorsunuz.” (s. 41)
Cevap yaz