Reşat Nuri Güntekin – Anadolu Notları I-II

Müfettişlik yıllarında Anadolu’nun oradan orasına giden Güntekin izlenimlerini kâğıt parçalarına yazmış, biriktirmiş, kitaplaştırmıştır. 1930’ların Anadolu’su bildiğimiz gibidir, yokluk diz boyudur, insan kıymetsizdir, can sıkıntıdan patlamak üzeredir. Kasabanın biri sarhoşlarıyla meşhurdur mesela, geceler yol kenarına düşüp kalanlarla doludur, Güntekin’e anlatıldığına göre önceki vali arabasına atladığı gibi sokaklarda dolanmaya başlayıp sarhoşları toplayarak yarım saat mesafedeki tarlalara bırakmıştır, böylece sabaha karşı evlerine dönen sarhoşlar ders almadan yaşamlarına devam etmişlerdir çünkü ne dersidir, içmeye devam ederler. Güntekin merak eder, bir gün de o dolanır kasabada, insanlara bakar, doğaya bakar, yapacak tek bir şey bulamadığı için otele dönerken bir küçük satın almak zorunda hisseder kendini. Pek hoş anlatır bunları, sarhoşlardan yana değil gibidir son paragrafa dek, aslında son paragrafta da değildir. Sarhoş olana kadar. Köylerden ziyade kasabalarladır işi, teftiş edilecek okullar ekseriyetle kasabalardadır, dolayısıyla gündelik yaşamı, insanların yapıp ettiklerini köyle kent arasına sıkışmış bu mekânlarda pek iyi görür. Otoyollar takdire değerdir, ilden ile gitmekte sorun yoktur, araçlar yağ gibi kayar ama kasaba yoluna girildi mi eyvah, dangıl dungul rahatsız bir yolculuk başlar. Gerçi bütün yolları övmez Güntekin, bazısı çamur deryasıdır, araç bir takıldı mı öksüre aksıra zar zor kurtulur veya kurtulamaz, civardaki köylülerden yardım istemek gerekir. Çamura saplanmış aracı kurtaran yaşlı köylü başlı başına Anadolu’dur, yardım isteklerine başta kulak vermez, dağa taşa bakar, Güntekin’i kibar bulmuş olacak ki ciddiye almaya karar verir, yerinden ıhsı tıhsı kalkıp tepenin ardına yürümeye başlar. Şoför izah eder hemen, mandaları tepenin ardındadır, getirip araca bağlamak için isteyeceği para yüksekse yandıklarının resmidir. Adam hayvanları getirir, 25 kuruştan bir kuruş aşağıya iş görmeyeceğini söyler. “Efendi Anadolu.. Boşuna yorulma. Sen ahlâksızlığa karar verdiğin zaman da beceremiyeceksin.” (s. 242) Liraların havalarda uçuşmasını bekliyorlardı çünkü. Anadolu pek de güzel becermiştir bu işi, zaman meselesiydi. Buna itilmiştir, Güntekin başka bir yazısında açıklar meseleyi, bütün zenginliğin İstanbul’a akmasıyla Anadolu’nun tamamen unutulduğunu, Anadolu insanının hayatta kalabilmek için kurnazlığa, yeri geldiğinde yamyamlığa meylettiğini söyler. Tulûatı bu açıdan çok önemli bulur zira insan tiyatro vasıtasıyla eğitilebilir, Anadolu köylüsü, kasabalısı bu vasıtayla eğitecektir kendini. Bir dünya tatsızlık çıkar eğitim sırasında, bir kısmı kültürel çatışmanın ürünü, bir kısmı aşk meşk. Kasabadan kovulan kumpanyalar vardır, başrol oyuncusu eşraftan birinin oğlunu kendine âşık etmiş, soyup soğana çevirdikten sonra izini kaybettirememiştir, hele soyduğu bir de aklını kaçırmışsa silahlar bile çekilebilir. Sponsor çıkar arada, toprak ağası diyelim, tayfayı sevdi mi her gün temsil vermelerini ister, hayhaydır zira oradan oraya dolanıp yarı aç yaşamaktansa bir ay boyunca yemek ve harçlık, iyidir. De, ağa gelir bir gece, hani oyunlarda hep bir arıza çıkaran o şerefsiz, kötü adamın bir an önce atılmasına ister gruptan, böylece mutlu sonlarla dolu oyunlar izleyebilecektir. Necati Cumalı’nın Aşk da Gezer nam romanını hatırladım, İzmir Fuarı’na gelen tiyatro ekibinin halleri, zengin yerlileri yolmak isteyen kadın oyuncular, seks peşinde bir ömrü yakan erkek oyuncular, aynı atmosfer Güntekin’in anlattığıyla. Silahını çekip sahneye sıkanlar var kasabalarda, hikâyelerine pek çok anıda rastladım, bu kitapta da var. Bir espri beğenilmedi mi, sahnede şiddet mi uygulanıyor kadın oyuncuya, yediremeyen bir efe çıkıp tabanca atıyor. Silah atıyor veya. Çok seviyorum bu iki deyişi, “ateş etmek” yerine bunlar daha sık kullanılmalı. Şöyle bağlayayım: “Tulûatçılar gecelerce boğaz tokluğuna güldürüp eğlendirdikleri kasabalardan çok kere kovularak çıkarlardı. Hacılar, hocalar onları halkta din bağlarını gevşetmekle, kasabanın ağırbaşlı okur-yazarları ahlâk bozmakla, çoluk çocuğa ayıp lâkırdılar öğretmekle itham ederlerdi. Ayıp lâkırdılar! Evet, tulûatçılar yerini getirdikçe halkı güldürmek için ayıp lâkırdılar söylemekten geri durmazlardı. Fakat doğrusu aranırsa bunlar çoluk çocuk için, gençler için pek öyle bilinmedik şeyler değildi. Çocuklar, sokakta, gençler kahvelerde her gün o ayıp lâkırdıların bin kat çiğ ve iğrençlerini etraflarındakilerden duyuyorlardı.” (s. 138) İnsanlar ayıplarını izlemek istemiyorlar düpedüz, vicdanlarını rahatlatıyorlar. Tulûat izlemeyenler kahvelere gidiyorlar, bir yazı dizisi de kahveler için Güntekin böyle birkaç başlık altında birkaç yazı yayımlamış. Yaprak Dökümü‘nde kahvelerle ilgili bir iki kısa bölüm vardır, Ali Rıza Bey’in neden kahveye gittiğini, kahve tayfasının gün boyu ne halt ettiğini inceleyen bölümler, Güntekin kasaba kahvelerinden ilham almıştır diyesiyim. Buralarda insanlar dökülürler, ölürler, çok erken yaşlandıkları için kısa süre sonra ölecekleri tahmin edilebilir. Memur tayfasının niye kitap okumadığını düşünür Güntekin, aslında neden piyano çalmadıklarını sormak gibidir bu, okumak zaman bolluğundan kaynaklanmadığı için kimsenin pek bir şey okumaması adiyettendir. Mütekait general memleketine gelmiş, evinde otursa öldüğü haftalar sonra ortaya çıkacak belki, kahveye giderek hikâye anlatabiliyor bari, gerekçesi bu. İnsanlar pek çok sebepten gidiyorlar oraya, kimi evden kaçmak için, kimi insana ihtiyaç duyduğu için, kahveler olmasa ne memleket kalkınır ne müdavimler mutluluğa kavuşurlar, daha hızlı ölürler sade.

İzmir hikâyeleri ne güzel Güntekin’in, geçtiğimiz yüzyılın başından çoğu. Mızraklı Dede mesela, gidip tavuk pişirirlermiş de dilekleri yerine gelirmiş insanların, Güntekin çocukluğunda şahit olduğu ritüeli anlatıyor uzunca. Gazetede bir yazı görmüş, tavuk pişirmek için ateş yakan kadın kendini yakmış, hatıralarına kapıdır. Meczuplardan biri çocukluk demek, Güntekin adamın gençliğini hatırlıyor da otuz yıl sonraki bambaşka biri, o tezlik yok artık, ölmeyi bekleyen deli mutlu etmiyor. Hikâye başka yerlere de evriliyor, çocukluk arkadaşlarını görüyor da onlarla sohbet etmeye cesaret edemiyor Güntekin, hayatları iyiye gitmemiş pek. Kimi çürük çarık malı satmaya çalışmış, kimi yaşlanmış da çocuk ruhundan hiçbir şey kalmamış geriye, Güntekin’i hatırlamamaları üzücü. Güzel İzmir eski haliyle kalmalı, pek az şeyi değiştiriyor Güntekin, korumak istiyor hafızasındakini.

Cumhuriyet’in başardıkları ve başaramadıkları çoğu anının konusu, baloların ortaya çıkardığı absürt meseleler bahse değer. Yerel hacılardan, ki bunlar genellikle zengin olurlar, bazılarına fahiş fiyatlardan bilet satılmış, Cumhuriyet için almışlar da ne dans bilirler ne bir şey, ayrıca öyle eğlenmek de pek caiz değildir. Uyum sağlamaya çalışıyorlar, pek beceremiyorlar. İnsanlar dans etmeyi öğrenmeye çalışıyorlar deli gibi, Güntekin eski bir arkadaşıyla dans antrenmanı yapıyor, gece kadınlarla dans edecekler. Kimin ne bildiğinin önemsizleştiği saatlerde yerel havalar da girmiştir işin içine, modern bir orkestra kurulmuş ama rol bittikten sonra özüne dönen insanlar asıl eğlenceyi başlatıyorlar. Hoş eleştiriler saklı aslında, Güntekin gözlemci olarak aktaracağını aktarıyor, eleştireceğini ucundan eleştiriyor, gerisini okura bırakıyor. Sondaki mektuptan bahsedeyim de bitsin, münevver arkadaşlarından biri Güntekin’e Anadolu’nun hep kötü taraflarını gösterdiğini, Cumhuriyet’le, devrimlerle birlikte her şey iyiye doğru gitmeye başladıysa yazıların ne mene yazılar olduğunu söylemiş, tonu sert. Güntekin nazikçe karşılıyor eleştiriyi, aşktan giriyor, bu duyguyla birlikte kişilerin pek çok güzel yönünün ortaya çıktığını, ayrıca o kadar da güzel olmayan yönlerinin de ortaya çıktığını belirtiyor, hani herkes güzeli anlatıyor da diğer kutup?

Meraklısı kaçırmasın, yüz yıl önce Anadolu’nun halidir.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!