Cecile Pin – Gezgin Ruhlar

R. F. Kuang’a göre bu metin “zarif ve göz kamaştırıcı”. Ocean Vuong’a göre “sevgi ve taviz vermeyen umuda dair son derece insani, türleri aşan bir yapıt”. Kütüğünüz mü bir, aynı mahallenin çocukları mısınız, ne iş birader. “Zortlatma” diyoruz böyle vasat metinleri öne çıkaran övgülere, adı geçen yazarlar süper zortlatmışlar. İnceleyelim: zariflik nereden çıktı bilmiyorum, kesinlikle göz kamaştırıcı değil, sevgiye dair bir metin olduğu söylenebilir, taviz vermeyen umuttan bahsedilemez zira esas karakter Thi Anh tavizler vermiştir, bakacağız, türleri aşmak gazete haberlerini bölümlerin arasına dağıtmak, yan hikâyeleri oraya buraya serpiştirmekse öyle olsun, gerçekten türleri aşan metinlere ne denecek o zaman, yani romanı türlü metinle doldurmak, metinler arasındaki uyumu, hikâyenin tansiyonundaki bozulmayı umursamadan şişirmek övgüye değer olmamalı ya. Network iyi çalışmış, birçok ödül almış bu metin, birçok ödüle aday gösterilmiş, şimdi yine kıyaslayacağım, Sempatizan‘ın yanında esamisinin okunmaması lazım. Domingo çerez metinler basıyor arada sırada, ucu ucuna tatmin eden metinler de bu nedir, bir günlük tren yolculuğum neye maruz kalmıştır, bunun için mi Bostancı’dan sonraki deniz manzarasını kaçırdım, sorular. Uzattım, hülasa vasat bir roman, da değil, dümdüz kötü yahu. Aile ikiye bölündü, göç eden ilk gruptaki tayfanın başına türlü iş de gelmedi, mülteci kampından doğruca İngiltere’ye gittiler Anh’ın anlık kararıyla ABD’deki amcadan bahsetmemesi yüzünden, iki kardeş bu arada ne yetkililere ne başkalarına hiçbir şey söylemediler tabii, kimse onlarla görüşmedi çünkü tek yetişkin olarak Anh’ın beyanı yeterliydi, kimsenin haberi olmadı o amcadan. Mantık akıyor gerçekten. Yallah İngiltere, işler güçler bulundu, arada gerilim gibi görünen ama gerilim olmayan şeyler, çatışmaya benzer birkaç nane, Vietnam Savaşı’ndaki bir katakulli üzerinden yıllar sonra pişmanlığı gösterilen ABD askeri klişesi, Thatcher’ın söylediği yalanlar üzerinden politikacıların gömülmesi klişesi. Bunlara katlanılmıyor da en kötüsü Anh’ın “iktisadi insan”a dönüşüvermesi hemen, mültecilere başka çıkar yol olmadığına dair rıza üretimi. Geleceğim buraya da, başa dönüyorum.

Şıkır şıkır bir başlangıç, bu şıkır şıkırlığı sonra pek görmeyeceğiz: vedalar edildikten sonra denizde cesetler yüzüyor, arası tamamen tahminden ibaret Anh için. Erkek kardeşleri Thanh ile Minh’i bilelim, bu ikisi kendinden sonra gelenler, daha küçükleri de var ama evden ayrılma faslında görünüp ölecekleri, hikâyeye ağırlıklarını pek koymayacakları için dışarıda kalsınlar. Dao’dan bahsetmeli bir, yedi yaşında bir çocuk, üç büyük kardeşini gönderdikten sonra annesi, babası ve üç kardeşiyle birlikte bindikleri bot saldırıya uğrayınca boğulup ölüyor, bembeyaz bir dünyaya giriyor, puslu, eliyle şöyle aralayabiliyor pusu isterse, dünyanın herhangi bir yerine şıp diye gidebilme yeteneğini yaşayan kardeşlerini görmek için kullanıyor. Ailesi rahat bırakmasını söylüyor, zaman geçtikçe ağlamaları dindiyse kızacak bir şey yok, hayat devam ediyor. Yıllar sonra memlekete dönüp ölülerinin bedenlerini yaktırmaları yeter, tamamen huzur buluyor ruhlar âlemindekiler böylece. Dao’nun o diyardaki gezintileri bir metni anımsatıyordu, hangi metin diye düşündüm durdum, hatırladım: Maali Almeida’nın Yedi Ay Dönümü. Muhteşem bir romandı, muhteşemliğinin zerresini Dao’nun bölümlerinde görebiliriz, belki de tüm metnin en iyi bölümleridir onlar. Neyse, klişelerden devam, aile birlikte son kez yemek yerken elbette Anh planın üzerinden bir kez daha geçilmesini istiyor, elbette babası daha kaç kez geçeceklerini sitemle sorup anlatıyor yine, biz de okur olarak bu sahneyi yiyoruz bir güzel. Ver abi olay akışında, geri zekâlı değiliz ki anlamayalım olup biteni, hatta kurtulanların teknesine saldıranların Buda zımbırtısını görüp geri bastıklarının anlamını da çözeriz. Okurlarını aptal yerine koyan metin, bol açıklamalı, en sevmediğim. Açıklamalar tamam da yemek sahneleri ne, biri diğerinin etini kesiyor, diğeri iri parçalarda kendisinin de zorlandığını söylüyor, yani Anh’ın kardeşlerinin yeni annesi olacağını kafaya çakarak vermek gerçekten muazzam bir buluş. Şöyle uzun uzun yemektir, gıdadır, saçma sapan şişirmecedir, gördüğüm zaman besin neyse boğazlarında kalmasını istedim isteyeceğim, istemiyorum tabii, iyi bir insanım çünkü.

Bota atladılar, göçmenler bota atlayınca etraflarında onları öldürmek isteyenler olduğunda ne oluyorsa o oluyor, ilginç bir durum yok. Uyduruk macera romanı okuduğunuzu varsayın. Şans eseri, Buda’nın yardımıyla menzile kavuşuyorlar, hemen yerleştiriliyorlar. Thanh mı, Minh mi, ne belaysa o oyun oynuyor sürekli, diğeri de oynuyor ama kafası daha çok çalışıyor onun, bir şeyler okuyor, çarpım tablosunu ezberliyor. Anh civarda iş bulup para kazanıyor ufaktan, kardeşlerine bakıyor. Kamptakiler iyi insanlar da ara sıra siyasi kavgalar çıkınca birbirlerinin kafalarını kırmaya çok meyilliler. Anh’ın ailesi başta bu siyasi çatışmalar yüzünden kaçıyorlar, yıl 1970’lerin sonu, Kızıllar tepeden inmeye başlamışlar, bizimkilere de ABD’den, amcadan mektup geliyor tabii, kara listeye alındıklarını düşünüp kirişi kıracaklar. İkinci grubun başına gelenler talihsizlik, kurtulan olmuyor. Yan hikâye: 2020’ler, turistler civarda dolanıyorlar, Avustralyalı çift ortamın ne kadar değişik olduğunu düşünüyor, tellerle çevrilmiş alanın o kadar da değişik olduğunu düşünmeden dolanmaya devam ediyorlar. Yıllar önce ikinci gruptaki kadınların getirildiği deniz fenerinin bölgesi, cinayetler işlenmiş orada, en sonunda kapatılmış. Anh bu politikadan, siyasetten yılmış olsa gerek, sadece sağ kalmaya çalışıyor, İngiltere’ye gittikleri zaman Thatcher’a kinlenecek ama sırf göçmen politikaları yüzünden, onun dışında iliğiyle kemiğiyle savunacak neoliberal ekonominin hüküm sürdüğü dünyayı. İnce bir ayrım var borazancılıkla tespit etmek arasında, Anh İngilizcesini geliştirmek isteyebilir, daha çok para kazanmak, tabii, “kendine yatırım yapmak”, mükemmel de sırf İngiltere sana kucak açtı diye, çok affedersiniz, davar gibi güdülmek neden? Thatcher’ı öne çıkarıp tü kakalamak kurtarıyor mu müesses nizamı, en başta Vietnam’ı mahveden ülkelerden biri değil mi İngiltere? Karakter bilmiyor, tamam, metnin bütün bunları olumlayıcı tavrı ne oluyor, hikâyenin ilerleyişi, metnin bölümlenişi bile Anh’ın ve kardeşlerinin buldukları işlere “endeksleniyor” neredeyse, yani bütün çatışma bunların tutunup tutunamayacaklarına dairse böyle bir şey yok zaten, Püriten gibi çalışmaya bağlanıp Protestan ahlakını fişekleyince her şeyin yolunda gideceğini telkin ediyor metin, hatta serseri arkadaşlarıyla takılıp uyuşturucuya muhtelemen düşen Minh üzerinden, daha da geride ABD meselesi yüzünden çıngar çıkmasını bekliyoruz, ben bekledim ama hayır, mis gibi işlerde çalışıyorlar işte, Anh kardeşini ne kadar eleştirirse eleştirsin eğer düzenli bir işi varsa göz yummaya başlayabilir artık kardeşini ölüme götürebilecek eylemlere. Saçma sapan bir örgü, Minh kuru sulu takılıyor, sorun yok, Thanh bütün hayalleri suya düşürüp okumamış, işe girmiş, sorun yok, elbette sorun yok ama bu kadar düz anlatılabilirdi, sanki kadermiş gibi. Anh, neydi o, Tom diye biriyle tanışıyor, biraz kendini açınca eyvah, adamın onu bırakıp gideceği korkusu, iki sayfa boyunca bu dandik korku sürüyor, adam ilgilendiğini gösterir şekilde bir iki şey söyleyince rahatlıyoruz: romanın bitmesine çok kalmadı. Minh’in bir çıkışması var, Anh’a annesi olmadığını, o kadar baskı yapmamasını söylüyor, Anh da her şeyi onlar için yaptığını, ömrünü tükettiklerini haykırıyor. Yemin ediyorum şunları kıytırık atölyelerde yazsan paranı eline verip yollarlar seni.

Berbat.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!