Renata Salecl – Kaygı Üzerine

Milenyum hatası, modern idollerin ölümü, bolluk çağının kıtlıklarla boğuşması, ani servet sendromu, gaslighting, lovebombing, ghosting ve kara toprak. “Kendine tümüyle hâkim olması, sürekli üretken olması ve aynı zamanda toplum genelinin huzurunu kaçırmaması gereken özneye bir mâni olarak algılanan her şey çabucak bozukluk kategorisine alınıyor.” (s. 13) Çağımız hız çağıdır, öyle hızlı ilerler ki insanlar katı ve muhafazakâr ekonomik ve toplumsal ideolojilere sarılırlar Salecl’e göre, yeni savaşlar ve durmadan kimlik değiştirme gerekliliği spiritüel hareketlerin rağbet görmesine de yol açıyor, Deniz Göktaş’ın dediği gibi skolastik düşüncenin 21. yüzyıldaki merkezi Kadıköy. Geçtiğimiz yüzyılda kaygının aldığı biçimleri özetleyen Salecl savaşların bilinir kaygılarından sonra HIV “virüsü” -vay Metis- gibi yeni tehditlerle birlikte tehlikenin sırf dışarıdan değil, içeriden de geldiğini düşünmeye başlayan insanın ahvalini Freudcu ve Lacancı görüşlerin ışığında ele alıyor, medya temsillerinin kaygıyı nasıl fişteklediğini örneklerle anlatıyor. “Bu kitabın temel doğrultusu, kaygının, tekil öznenin bölünmüşlüğüyle (yani tutarsızlığıyla) ve topluma özgü antagonizmalarla başa çıkma şekliyle ne gibi bir bağlantısı olduğuna bakmak olacak.” (s. 23)

“Savaş Zamanlarında Kaygı” askerlerin başa çıkamadığı durumlarla ilgili. Irak’ta hiçliğin ortasında düşmanı bekleyen Amerikan askerlerinin kaygılarının anlatımıyla başlıyor, Barbarları Beklerken ve Tatar Çölü‘ndeki hiçlik basbayağı. Kaygının mantığını anlamak için Freud’la Lacan’ın kavramlarını açıklıyor Salecl, ilerleyen bölümlerde de karşımıza çıkacağı için mühim. Freud’un kaygıyla ilgili teorisinin kökten değişmiş hali: kaygı tehlike beklentisiyle ilgilidir, kaygının nesnesi yok gibidir, dolayısıyla korkudan farklıdır. Öznenin çocukluktan itibaren bağımlı olduğu insanların sevgi dolu ilgilerinin kaybolmasına dair korkudan türer, bastırma mekanizmasının sonucu değil de nedenidir. Gerçekçi kaygı bilinen bir tehlikeye, nevrotik kaygı bilinmeyen bir tehlikeye ilişkindir, var olanın yok olmasından doğan kaygının hadım edilme korkusuyla ilişkili olduğunu söyleyen Freud ölüm korkusunu da hadım edilmenin yanına koyar. Lacan bu teoriye el atar, öznenin içine doğduğu simgesel ağla, “büyük Öteki”yle ilişkisinin önemine değinir. Öteki kurumdur, ritüeldir, üzerimize damgasını vuran dilin ta kendisiyle de ilgilidir. Hadım etmez de hadım edilene göre konumlanır, özne eksiğini Öteki’nin eksiği haline getirmez de geri çekilir. Karışık, Salecl polis örneğiyle basitleştirmeye çalışır: kendi başına hiç -hadım- olan bir insan üniforma kuşandığında güç sahibidir, önemlidir, sembol yardımıyla var olur. İki yönlü eksikliktir bu, Öteki’ndeki güç eksiğinin öznenin güç eksiğiyle tokuşması kaygıyı doğurur. Ne ki özne için kaygının kaynağı eksiklik değil, eksiğin yokluğudur, eksiğin bulunması gereken yerde belli bir nesne bulunmasıdır. Bulunan nesne kaygıdır veya kaygıyı ortaya çıkaran olgulardır, tezahür etmesini engellemek için nevrotiklerin kullandığı fanteziler işe yarar ama saf dehşetle yüz yüze gelene dek. Yom Kippur ve Lübnan Savaşı’na katılan İsrail askeri Ami’nin yaşadıklarına bakalım, gençliğinde tam bir sinema müdavimi, savaşa katıldığında filmlerdeki bir oyuncu gibi hissetmiş kendini. İlk savaşı uzaktan izliyor ama ikincisinde üst üste yığılan at ölülerini görünce fantezi çerçevesi sarsılır, eksiğin yeri belli bir nesneyle dolar. Öteki’nin arzusuna uymak da kaygıyı dindirecektir, örneğin düşmanın böceklerden farksız olduğunu düşünmek, komutanları baba, silah arkadaşlarını aile olarak görmek özneyi daha ölümcül hale getirecektir, araştırmalara göre Sovyet ordusu sorunlu askerleri savaş bölgesinden hemen uzaklaştırmamış, daha az sayıda uzun süreli psikiyatrik kayıp vermiş. Tabii Öteki sayısız parçadan oluşur, toplum bu parçalardan biri olduğu için askerleri doğrudan etkiler, örneğin Vietnam’dan dönenler halkın yoğun antipatisiyle karşılaşınca, eylemlerinin kamu yararına olduğunun kabul edilmeyişine şahit olunca kaygıyla boğuşmaya başlamışlardır. Burada jouissance giriyor devreye, özne hadım edilme sorununu melankoliyle çözer, kayıp nesneyle özdeşleştikçe arzu ve jouissance biçimi de oluşur, ölen arkadaşlarının yasını tutan, hayatta kalmasını anlamlandıramayan asker dünyadan el etek çeker, kendini alkole verir, vazgeçmeye razı olmadığı jouissance biçimini bırakmaz yani. Öteki’ndeki eksikle de mücadele eder bu süreçte, ifade ettiği anlama kavuşamaz, sembol yardımıyla varlığını sürdürür ama sembolün bir nedenle elinden alınması Amiral Jeremy M. Boorda örneğinde olduğu gibi intihara sürükler özneyi. Süngüleme fantezisi, uykuyu ortadan kaldıran haplar derken kaygıdan tamamen arınık bir toplumu hayal eder Salecl, modern sanatın bol kadavralı, uzuvlu, şeffaf biçimlerini ele alır, görüşleri itibariyle Nurdan Gürbilek’in Vitrinde Yaşamak‘ıyla yan yana seyretmeye başlar: “Gizli olan hiçbir şey yok gibi görünmüştür ve ‘her şeyi gösterme’ mantığı ilkin, özne için dehşet verici olabilecek olanı ifşa etme yoluyla kaygıyı yatıştırmanın bir yolu olarak ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, ölüm korkusu da görünüşe göre yeni bir rotaya girmiştir.” (s. 49) Morgdaki ölülerin yaralarının biçiminde üretilen çikolataları yemek ölüm kaygınızı dindirir miydi, bunu deneyen var. Aslında kaygılar bu şekilde kaybolmuyor, sadece tüketime katık ediliyor ki bunun için de ayrı bir bölüm var.

“Başarısızlıkta Başarı: İnsanların Yetersizlik Hissine Bel Bağlayan Hiperkapitalizm”: Güvensizlikle alakalı. “Yap gitsin!” diyor ayakkabı firması, otoriteden bağımsız, özgür olduğumuzu söylüyor da ne yapacağız? Arzu tatminsizlikle, nesnenin eksikliğiyle alakalı, jouissance öznenin nesneye yaklaşmasıyla alakalı, arzuyu tatmin edebilecek nesnenin yokluğunu cepte tutarak eksikliği arzuyla jouissance‘ın yer değiştirmesinde bulalım. Arzunun olmayan nesnesine acıyla karışı keyifle yaklaşmak. Bağlama: “Kapitalizmin sürekli bel bağladığı pazarlama sisteminin tamamının arzu mantığını kullandığını ve hangi maddi malları edinirsek edinelim bunun o istediğimiz şey olmadığı hissini doğurdunu görmek kolaydır.” (s. 58) Özgürüz ama özgürlüğün getirdiği belirsizlik, Kierkegaard’a göre “olasılığın olasılığı” yüzünden deli kaygılıyız, seçenek bolluğundan, “özgürlük zulmü”nden mustaribiz. Buradan “daha iyi”yi aramaya varabiliriz, günümüzün tüketim toplumunun hayat arkadaşına yenilenecek araba muamelesi yapmasını misal veriyor Salecl. Bu bana bir zamanlar gittiğim Selami Şahin konserini hatırlattı. Selami Şahin’le hiçbir sorunum olmamasına rağmen konserine gitmem için dünyanın yıkılması falan lazım. Neyse, o zamanlar biriyle birlikteyim, onun isteğiyle oradayız, arkalarda bir yere oturduk. Harbiye. Şahıs boşlukları değerlendirerek sıra sıra aşağı inmeye başladı, sahneye dınk dınk yaklaşıyoruz da öküz gibi alan. “Şahıs, sonu yok bu işin, dur lütfen,” dedim, bir süredir bizi izleyen iki kadın dediğimi duyunca güldü. Şahıs da güldü, durduk. O zamanlar kafamda bir kıvılcım çaktırmıştı da pek bir şey ifade etmemişti bu, yenilenecek araba muamelesi gördüğüm zaman anladım. Bu da böyle tırt bir anımdır. Sonuçta özne seçimden ziyade erişime önem veriyor artık, tüketim pratikleri de buna göre değişiyor. Otoriter pazarlama kaykıldı biraz, rol modellerin yer aldığı reklam filmleri yine iş yapsa da artık beleş ürünler yollanıyor, süper kampanyalar düzenleniyor ki anlık satışlardan ziyade ömürlük tüketim artsın. İmaj veya daha iyi bir hayat tarzı satmak. Analiz satın alıyoruz, deneyim satın alıyoruz, sertifika satın alıyoruz çünkü hiçbir şey yapmıyor olmak zamanımızdan para kazanamamaları anlamına geliyor, öyle bir rıza üretmişler ki tek başımıza sakin sakin oturamıyoruz çünkü hayatın “kaçtığını” hissediyoruz, hemen topuk dansı kursuna kaydoluyoruz mesela. Tatile gitmek şart, cinsellik satın alıyoruz. “Özetle, ticaretin doğasında bir dönüşüme, nesne satımından imaj satımı ve cemaat oluşturmaya doğru bir dönüşüme tanıklık etmekteyiz.” (s. 66) Valla ben bunların alayını reddediyorum, bu yüzden ucubeymişim gibi muamele görüyorum, sağlıklı olduğumu anlıyorum. Süper olay.

Aşk, annelik ve kaygıya tanık olmak diğer bölümler, dopdolu. Tavsiye ederim, şu kafamızın içini boşaltıp hortumla bir yıkayalım.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!