Şadan Karadeniz – Ölümsüz Adagio’lar

Gül de gülün temsilidir, hele CD’nin üzerinde kaçıncı katmandan temsildir, tüketim nesnesi olarak bakınca sadece tüketimin temsilidir. Ölümsüz Adagio’lar CD’sindeki eserler bütünden, bağlamdan koparılan kısımları bir araya toplamış, piyano sonatlarının en hisli namelerini metalaştırmıştır. Karadeniz bu bölümde adagio sevdasından bahseder, eserin içinde kusursuzdur ama arka arkaya dizildiği zaman kusurludur adagio, kötü bir pastişin parçasıdır. Nedir, arındırır, dinginlik verir, acı çekerken dinliyorsak acımızı üçle beşle çarpar, dağa taşa eriştirir, fezaya ulaştırır. Ağırdır, kederdir ama müzik yapıtının bir bölümüdür sadece, öncesiyle sonrasının neşesi, öfkesi, paldır küldürlüğü veya sakinliği yoktur onda, haliyle bir gül temsilinin altında -olağanüstü yorumlanmış olsa da- talebe göre arz yasasının emrine girmiştir. Haliyle hem kendisidir hem başka bir şeydir, mesela “Tornado of Souls”un solosunu Kiko Loureiro’dan dinleriz, video orada sonlanır, bütünlükten mahrum solo bütün zenginliğini sunamaz bu durumda. Öncesindeki 1 dakika en az solo kadar önemlidir. Bütünün önemini “Ksenofobi”de görebiliriz, Karadeniz sadece kem bakışları da aktarabilirdi ama ağır ağır kurduğu hikâyeyle o bakışlara kadarki süreci de anlatarak anlamın art alanını gösteriyor, ders gibi. Öykü denebilir buna, denemenin en öykü hali. Adamın ince, keskin bir yüzü vardır, çizgi gibi bir ağzı. Siyah gözleri çakır çakır bakar, sanki her an kalkıp gidecekmiş gibidir adam, havaalanında uçağını beklemektedir. Kaskatı, kıpırdamadan. Adam bir şeyden mi tiksinmektedir, evet, hemen anına genç bir çift ve çiftin iki yaşındaki çocuğu gelir, onlar da beklerler. Adamın ülkesinde işçi olarak çalışan göçmenler belli ki korkunun nesnesidir, Öteki bu çifte indirgenmiştir ve ne idüğü belirsizdir, kaygı yaratır hemen. Kadının ayakkabıları vurur, bellidir, adam kendi halinde bir adamdır, çocuk bildiğimiz meraklı çocuklardandır ve kaskatı kesilen çakır adama yaklaşmaktadır. Tam bir gerilim unsuru. Güvenlik ihlali: kişisel alan aşıldıkça adamın gözleri parlar, huzursuzluğu artar besbelli. Yasımı Tutacaksın‘daki güvenli alanın seçimini karıştırır araya Karadeniz, denir ki boğa arenaya fırladığı zaman önce şöyle bir koşturur, sonra kendine güven içinde dolanabileceği bir alan belirler. Çakır adamın alanı, aynı. Çocuk gülümser, yaklaşır, adam gerilir, çocuk yaklaşır, yaklaşır ve heykel gibi duran adamın uzaklara bakan gözleri hemen çocuğun gözlerine kilitlenir, karardıkça kararır. Çocuğun tebessümü silinir, korku ifadesi belirecekken genç babanın kolları her şeyi unutturur, babasının yanında güvendedir çocuk. Yabancı düşmanlığının en basit, saf halini görmüştür, unutacaktır ama aslında unutmayacaktır, anlatının yoğunluğunda kuvvetli patojenin etkisi geçmek bilmez. Başka bir öfke türünü “Afrika Şimdi Kim Bilir…”de görürüz, “zenci oğlan” beyaz olanı umursamaz, beyazın uzattığı eli sıkmadan havuza atlayıp çıkmaya devam eder. Karadeniz bu davranışın gerekçesini Güney Afrika’nın tarihinde arar, bulur, bildiğimiz hikâye. Zengin beyazların evleri duvarlarla çevrilmiştir, sömürü devam etse de sosyal baskıdan ötürü beyazlar evlerini satıp kuzeye taşınmakta, yokluğu güneyde bırakmaktadır. “Daha birkaç yıl öncesine dek, beyazlarla zencilerin otobüsleri ayrı ayrıymış, dahası bu otobüslerin durakları da ayrıymış. Şimdiyse zenciler üniversiteye bile girebiliyorlar. Sonuçta, Güney Afrika, yoksullukla varsıllığın, iş güç sahipleriyle işsizlerin, açlarla tokların yan yana yaşadığı bir ülke. Açlıkla, işsizlikle savaşmak zorunda; ama yerli halk umutlu: her şeye karşın, artık kendilerinin olan bağımsız bir ülkeleri var.” (s. 19) Çocuklar farkındadır olanların, belki bir numara vardır diye sıkılmayan elin havada kalması masumiyetin terk edildiğini gösterir, haksızlığa uğrayan insanların tepkisini de.

Sanat sepet işlerine gelelim, orada konuşulacak daha çok şey, daha derin bir bakış var. “Sanatların Birbirine Çevrilemezliği” aslında oldukça yüzeysel bir denemedir, bir şiirin resme çevrilemeyeceğini söyler, bir tiyatro oyununun konçertoya çevrilmesi imkansızdır. Ney neye çevrilecektir o zaman, metinlerin sinemaya uyarlanmasından başka bir yol yok mudur? Nietzsche’den el alır Karadeniz, düşünüre göre eserler ancak duyguların simgesini taşıyabilirler, müziğin gücü hiçbir şekilde yakalanamaz mesela. Burada çeviriden ziyade biriciklikten bahsediliyor aslında, hiçbir şeyin hiçbir şeye çevrilemeyeceğinin, daha doğrusu çevrildiği an özünü yitireceğinin gerekçeleri yazıda sıralanmıştır da “dönüştürmek” tamamen ihtimal dışı mıdır, tartışılır. Aşırı yoruma da varan bir şey ki kitabın son yazısı aşırı yorumla alakalı, geleceğiz. Shire’ın yer aldığı sahnelerdeki müzik şu, Doğu’nun o alengirli, tehlikelerle dolu enginliğini düşününce evet, uyumlu görünür ama bana göre Shire budur çünkü Gri Limanlar’a giden yol Shire’dan geçer, oradan geçen Shire’ın soğuk suyundan içer falan, Orta Dünya’ya bir daha dönemeyecektir ayrıca, bu yüzden daha sihirli tonlar Shire’a daha bir uyar. Ama bunun da bir ayarı yoktur işte, ayrıca eserleri tokuşturuyoruz, özleri, duyguları çakıştırıyoruz, elbette tam bir karşılık olmayacaktır ama bir karşılık olacaktır, alımlamanın duyu organlarıyla ilişkisine göre fark barizdir de eserin kendi bütünlüğünü düşünürsek arıza çıkmayabilir, sanatçının maharetine göre artık. “Roman Okumak” kitaptaki en yüzeysel yazı olabilir, gevezelik yaptıracak: İdeal pozisyonumuzu alırız, okumaya başlarız. Ben yatarak okuyorum mesela, toplu taşımada milletin kucağına bırakıveririm kendimi. Odaklanırım, hiçbir şey dinlemem çünkü ne gerek var, ses geliyor içeriden. Hiçbir şey yemem okurken, karanlık oldu mu ışığı açarım veya kucağına yattığım şahıstan telefonunun ışığını açmasını rica ederim. Çok katmanlı bir roman okuyorsam aklıma mor soğan gelir, yaprakları ayıkladıktan sonra cücüğe ulaştığımı hayal ederim. Mor olmasının nedeni daha bir etli olmasıdır, bence etli soğan dediğimiz şey mor soğandır ama iyi roman dediğimiz şey çok katmanlı roman değildir çünkü ne münasebet. Okuduğum her romandan etkilenirim, üç dört kez ağlamışlığım olmuştur, mesela King’in bir romanında üç dört karakter birlikte büyüdükleri arkadaşlarından biriyle yıllar yıllar sonra karşılaşırlar, çocuk/adam motto haline gelmiş sözlerini gözünden yaşlar akarken söyler, gel de ağlamadır. Ayrıca her roman birden fazla anlam, yorum taşır ama okurun yorumu esastır, kalburüstü bir okur olarak o kibri gösterir, niyetmiş amaçmış hiç sallamadan kendi anlamımı şak diye yapıştırırım ama hemen vazgeçip yazarla metnin niyetlerini de ele alırım. Aşırı yoruma gelelim artık, Gülün Adı‘nın çevirmeni de olan Karadeniz’e göre sinema uyarlaması zaten başarısızdır, yorum farklarını gösterir de Eco’nun kavramının sınırlarını o da belirleyemez. Aşırı yorum nedir, mesela okuduğumuz romandaki karakter 33 yaşındaysa -Murat Belge ve tayfasının eleştirildiği örnekteki gibi- İsa’yla denklemeli miyiz karakteri, denklersek absürt olur mu, hiç yoktan icat çıkarmış olur muyuz, öküz altında buzağı mı arıyoruzdur, nedir? Eco’ya göre “örnek okur”, metnin inciğini cinciğini kavrayan okur sınırları da bir iyi belirleyip berraklaştıracaktır anlatıyı, böylece aşırıya kaçmayacak, niyet okuyup sadece yazarın bulunmasını istediği yorumları bulacaktır. Ney? Yazarın farkında olmadığı nüvelerden bambaşka yorumlar da türeyebilir, açıkçası bunun bir sonu yok ve çeşitlemeler sayısız. Bağlamdan kopmadan yorumlarız, koparak yorumlarız, mevzudan uzaklaştığımızı sezdikçe yorumlarımız cılızlaşır veya güçlenir. “Örnek”liğimize halel gelecek diye kendimizi durduracak değiliz, anlam oradaysa bulup çıkarmak vazifemizdir. Yoldan çıkmak istersek çıkarız, belki de yazarın oraya farkında olmadan koyduğu bir patikaya gireriz, ne belli. Bunun kesin bir formülü yok, hani çok saçmalarsak en fazla şaplak yeriz gibi geliyor bana, milletin zamanını çalmamalıyız gerçekten. Bilemiyorum.

Normalde denemeleri vermem ama bunu vereceğim galiba, Karadeniz’in denemeleri pek hafif. İşe yarar şeyler var yine de, rastlayan baksın.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!