Gökhan Akçura şıkır şıkır yazısında Karay’ın tarihçiliğini övüyor, onca övgüye rağmen az bile övüyor çünkü Karay’ın hafızası neçe hafızadır, verdiği ayrıntılar ne zengin ayrıntılardır, derya deniz bir döküm. Akçura’nın örnek aldığı iki isimden biri Karay, diğeri de tahmin edilebileceği gibi Reşat Ekrem Koçu. İkisi arasında tercih yapmaya gönül elvermez, yine de Karay’dan bir alıntıyla başlamış Akçura Ivır Zıvır Tarihi 1: Unutma Beni‘ye. Yazının geri kalanında bu kitabın içeriği özetleniyor, doğrudan bakayım: Karay’ın ilk meselesi mevsimlerle. Konuyu çocuk cinayetlerinden havalara bağlaması değişik, Eyüp’te kuzu otlatmaya çıkan -eski İstanbul’un halleri arada derede beliriyor böyle- on yaşında bir çocuk, Tire’de katledilen bir başka çocuk, suçlu ilkbahar. Çılgınlık, şehvet, hırs verirmiş ilkbahar, herkes çocuklarına göz kulak olsunmuş, patolojik bir psikoloji bütün yurttaşları ele geçirebilirmiş. “Hattâ çoğumuzun galiba tıbbın da kabul ettiği birkaç bahar hastalığı vardır. Baharda uyku kaçması, uyuyamamak bunlardan biri değil midir ve uykusuzluk da bir bakımdan psychiatrie çerçevesine giren hastalıkların ârazlarından sayılmaz mı?” (s. 33) Suç dünyasını ilkbahara bağlamaya bir adım kala duruyor Karay, alerjilerden ve hacamattan bahsediyor, eskiden dedeler kan çektirirmiş bu mevsimde. Hep süslü ve lüks taraflarından görmek yanlışmış, güzel ilkbahar “güzel hürriyet” gibi çok kurban verdirirmiş. Konu ne olursa olsun Meşrutiyet’e laf çarpmayı biliyor Karay, eski şiirin temsilcilerini de unutmuyor, baharı güzelleye güzelleye bir hal olan Nedim’in dizelerinden alıntı yaparak şairin “Freudizm”e kaçtığını iddia ediyor, baştaki facia olmasa matrak yazı aslında. Lodos da çıktı mı fena, lodoslu günlerde “çiçek fiatleri” yükselirmiş çünkü ölüverirmiş çiçekler, İstanbul’da tam manasıyla epidemik bir hastalık hüküm sürermiş. Depresyon gibi çeşitli arızalar, cinaî hisler patlama yaparmış, eyvah. Yağmurlar başlar, çinko çatılara düşen damlaların tapırtıları sinir bozar, hiç yoktan cinayet. Eminönü’nü çamura bulayan yağmurlar kışın yağarmış da ilkbahar geciktirirmiş kurumayı, Karay boş yere anlatmıyor fırçaların hikmetini. Her evde ayrı ayrı fırçalar olurmuş da paçalar, ayakkabılar, üst baş temizlenirmiş, cıvık çamuru kurutmadan temizlemeye girişilmezmiş çünkü o ne, her yer çamur olur, fırçadan hayır gelmez bir daha. Kuraklık varsa işe yarar o yağmurlar tabii, su meselesinin başımıza bela açmaması için iyi dilek ve temennilerini gönderiyor Karay, ardından bahar bayramlarına zıplıyor: Japonya gibi memleketlerde bayramlar baharları yapılır da bizim çocukların bayramı daha güzeldir. Çocuklar çiçek gibi açarlar, bayramdan başka mevsim düşünülemezdi kutlama için. Kışa gelip bahsi kapıyorum, harp yüzünden kömürsüzlük, tifüs gibi dertlere boğulmuştur halk, sonradan düze çıkmıştır da kış yine bel bükmektedir, neyse ki harbe katılmayıp sade kıştan çekmektedir vatandaş, şükretmelidir. Yazlıktaysa sert rüzgârlar esmeye başladığı zaman önlemini alır, “kiracı kaçıran fırtınası” başladı mı yazlığı bırakıp esas evine döner. Bu arada merak ettiğim bir şey, Reşat Nuri Güntekin’in Kızılcık Dalları nam romanındaki yazlıklar Pendik’in tam olarak neresindeydi acaba? Sahildedir, deniz doldurulmadan önceki hatta yakındır, kalıntısı var mıdır acaba? Küçükyalı’daki meşhur yalı tam olarak neredeydi mesela, internette eski bir yapının fotoğrafı dolanıyor ama o olamaz, Oktay Akbal yazılarından birinde tey çocukken dedesiyle birlikte Küçükyalı’ya geldiğinden bahsediyor, köşk mü ne bakmışlar da almadan dönmüşler, o zamanlardan bu güne kalmaz yahu o fotoğraftaki bina. Fotoğraflar, eski haritalar, planlar, falanlar filanlar toplansa da bir yazılımla üst üste bindirilse, aşağı yukarı bir manzara çıksa önümüze. Neyse, yaza da bir temiz giydiriyor Karay, pastırma yazının birinci gününde çöken aşırı sıcaktan yakınıyor: “İnsanın mahalle kadınları ve cahil halk gibi dünyanın değiştiğine ve yakın zamanda kıyamet kopacağına inanası geliyor.” (s. 64) Karay her an pot kırabilir, baret takarak okunmalı.
Çiçeklere, ağaçlara geldik. Orman yangınlarından yakınıyor Karay, hem eldekinin gittiğini hem de gidenin yerine yenisinin gelmediğinden şikayet ediyor. Ne yapmalı, ağaç ve orman muhabbetini ilerletmek için telkin edici yazarlar daha çok çalışmalı, ziraat vekili yabancı eserleri çevirtmeli ki ağaca dikkat ziyadeleşsin, mesela Victor Hugo’nun ağaçlarla ilgili düşünceleri Türkçeye çevrilirse hizmettir. Koruma altına alınacaklar var, Büyükdere’deki kaç asırlık çınarın durup durmadığı araştırılırsa iyidir çünkü onun gölgesinde Birinci Haçlılar ordusu reisi Godfroy de Bouillon çadırını kurmuştur, değerli bir ağaçtır. Sahipleri şehre taşınmış sayfiye evlerinin bahçelerindeki ağaçlara dadanan hırsızlar da engellenmeli, kimseler yokken ağaçları balta şehidi ediyorlar. Servilere sahip çıkılsa iyi, İstanbul’da akla ölümü getirse de Avrupa ve Anadolu’da iyidir servi, bahçelerin süs ağacıdır, bizde de pek sevilir ve endamı şairlerimizce övülür. Kerestesi de pek değerlidir bu ağacın, öyleyse servileri yayalım, dikelim boş bulduğumuz yere. Kavak da lazımdır, el atmalı: “İstanbul civarı esasta yeşil, nemli bir bölgedir; fakat irili ufaklı dere kenarlarına kavak dikilse daha da yeşik ve hoş manzaralı olur. Hükümet gibi belediye de teşvik ve yardım etmelidir.” (s. 78) Bazı konularda merkezî yönetimin esamisini geçirmez, böyle konulardaysa doğrudan seslenir Karay, çevrenin güzelleşmesi için yetkililere seslenir. Tramvay, lokanta belaları için de seslenmiştir misal, otobüs varken o leş tramvaylar nedir, yemekleri vitrine koymanın faydası? Bazı hususlarda önlem almanın yolu zordur, mesela dut ve incir her an tehlike yaratabilir. Vatandaşlarımız ağaçlara çıkarak dut toplamaya çalışırlarken tepetaklak olurlar, kırarlar çanağı. Bedri’yle toplarken kafa üstü gidiyordum valla ben de, onların bahçesinde iki ağaç vardı ki pey, şöyle sağlam bir sallayınca dut yağardı. Biz çıkardık, aşağıda çarşaf açarlardı, ayakla elle salla baba salla. Bir gün coşmuşum, böyle nasıl sallıyorum, bedenimi sağa sola fırlatarak ümüğünü sıkıyorum ağacın resmen. Eh, ayak sen kay, vıjt diye aşağı. Bir dala tutundum da yavaşladım, üstüm başım mahvolmuştu. Kısacası incirdir, kirazdır, bunlara dikkat edelim. Tırt bir anı daha anlatayım, çocukken sokağın sonundaki bahçenin kirazına daldık. Teyzenin teki çıktı, “Kaçmayın, geliyorum,” dedi. Kaçmadım, geldi. Diğer arkadaşlar kaçmıştı ama kaçasım gelmedi benim, teyze de ne yapacağını bilemedi, “Kırmayın oğlum şunun dallarını,” deyip gitti. O kiraza bir daha dalmadım galiba. Eriğe çok daldım. Dut zaten işte. Bir de tohum yerdik ama o meraktan. Bitkilerin balını lüp lüp yerdik. Ne bileyim, ağaçlar ve bitkiler süperdi, hâlâ öyle.
Çiçekler ve hayvanlar da var, Karay unutmamış onları. Hayvanat bahçesine toptan karşı çıkıyor yazılarında, helal. “Ömrümde hiçbir hayvanat bahçesinden gönül ferahile, avunmuş, eğlenmiş olarak çıktığımı hatırlamıyorum. Değil sıla acısile benliklerini kaybetmiş büyük hayvanlar, bize memnun gibi görünen maymunlar ve kuşlar bile yastadır. Munisleşmiş bir vahşî hayvanın sünepeliği ne acıklıdır; munisleşmiyenini seyretmek ne derece azaplıdır!” (s. 115) Himaei Hayvanat Cemiyeti’ne yaptıkları için gönülden teşekkür ediyor ve köpekleri uluorta zehirleyenleri lanetliyor Karay, anlattığına göre saatler boyunca can çekişen köpeklerle dolarmış sokaklar, korkunç. Son bir alıntıyla bitireyim, Karay’ın sevgisinin boyutları ortaya çıksın: “Şu menhus mütareke ve işgal devrinde idi, ecnebi polisi kümes hayvanlarının baş aşağı taşınmasını yasak etmişti; taşıyanlardan bir lira ceza alır, ağzını açıp da itiraza kalkışan olursa cezayı bir misline çıkarır, sözü uzatanı yakalar, karakola götürürdü. Doğrusunu söylemek lâzım gelirse bizler işgalden dolayı azap içinde idi ama kümes hayvanları baş aşağı taşınma azabından kurtulmuşlardı.” (s. 127)
Cevap yaz