Sevinç Çokum – Bizim Diyar

Balkan Harbi’nin ardından yurdunu bırakıp göçmek zorunda kalan insanlara Vassaf’ın Belkıs‘ında da rastlarız, evleri basılmadan önce birkaç bohçayla yola çıkarlar, yolda çetecilere rastlamaktan ölesiye korkarlar, Selanik’e kadar yolda başlarına gelmeyen kalmaz. Acı hikâye. Salgın hastalıklar da peydah olur o sıra, İstanbul’un hastanelerini öve öve bitiremeyen Hint heyetindeki doktorlar cepheye bir giderler ki eyvah, herkes kırılıyor, hemen sahra hastanesi kurup Osmanlı askerlerinden kurtarabildiklerini kurtarırlar. Çokum’un karakterlerinden biri çürük yapının üzerine konacak hiçbir şeyin dik durmayacağını söylüyor, doğrudur da insanlar gerçeklikten o kadar kopuk mu sahiden, bu karakterin düşündüğünü başka kimse düşünmüyor mu? Rumlar, Sırplar, ne bela varsa Osmanlı toprağında huzur içinde yaşamıştır, Türkler onlara iş, ekmek, su vermiştir falan. Kaybedilen toprağın üzüntüsü tamam, gerisi fasarya. Dönemin şartlarına göre iyi eğitim almış insanlar mantığa bürüyemiyor olanları, oysa bilgiye sahipler, arkadan vurulma fikrinin çok daha ötesini görebilirler ama o zaman dram etkisizleşir, belki basit bir hayatta kalma mücadelesine mi dönüşür mevzu, Çokum’un ne düşündüğünü elbet bilmiyorum ama niyetinin ne olduğunu çok iyi biliyorum, derdini metin boyunca çektim çünkü. Belkıs bir kurmaca değildir ama Bizim Diyar‘dan daha kurmacadır, romana daha yakındır en azından. Metni sloganlarla doldurmak, acıları büyüte büyüte kurguyu ihmal etmek, eh, teşnenin gözünden yaş getirir de başka beklentileri olanlara ıstıraptır. Çokum bu metni eşinin anne tarafını dinleyerek yazmış söylenene göre, binlerce insanın göç sürecini dosdoğru aktarıyor, araya sokuşturduğu bir iki mühim karakterle dikkati de çekiyor ama hikâye anlatmaktan öte bir şey yapmıyor. Kötü ve basit, mesela evi eşkıyalar basmış, reis Ali Bey’i katletmişler, Ali Bey’in eşi Gülsüm Ana’nın söylediği: “‘Ağlayın kızlarım, torunlarım. Ağlayın! Kuş gibi tez verdi canını. İnanmış değilim. Öyle çabuk oldu. Kendimi kaybetmişim. Niye ölmedim, ha kızlarım? Bunca gördüklerim yetmedi mi? Tek tek her taşın yıkıldığını görüp öyle göçeceğim demek. Giderken kuşağınıza sıkıca sardıydınız tapuları ve altıncıkları… Neye yarar benim kızlarım? Ali Bey’imiz gitti. Yol kıyısında bir yere gömüldü. Bir taşı dahi yoktur.’” (s. 207) İyi, yani Allah rahmet eylesin tabii, kızlar da olaylara şahit olmalarına rağmen Gülsüm Ana bütün o kargaşayı neden anlatıyor, çünkü okura yayın yapmak zorunda ki anlayalım neler döndüğünü. Bu bir falso, ikincisi de her karakterin sahne alıp müthiş tiratlar atmakta usta olması biraz değişik. Oyun bu aslında, sahnelenmek için. Karakterlerin jestlerini, mimiklerini canlandırabiliriz, öylesi öne çıkarlar da söyleyeceklerini söylerler, sonra sahneyi bir başkasına bırakırlar. Teknik açıdan son derece başarısız bir roman bu yani. Spotlar karakterin üzerine çevrildiği an ne yaşanırsa yaşansın, ne söylenirse söylensin inançsızlığımızı zaten askıya alamadığımız için olmuyor, pırtlıyor metin. Birkaç tuhaf çıkıntı ve tercihen öne alınmayan “makbul” ecnebiler diğer meseleler, mesela ailemizin seyisi Koço aslında Ali Bey’in kızlarından Asiye’ye âşıktır da bir düğünün orta yerinde, saçma sapan bir şekilde ortaya çıkar bu, askerî okulda okuyan Rafet mevzuyu duyunca Koço’yu bir temiz ıslatmak ister, adamın özürler dilemesiyle vazgeçer. Bağlamı, herhangi bir anlamı yoktur bunun, ne Koço’yu ne de aileyi etkilemeyecek bir sahne, Rum şerefsizlerin Türk kızlarına yan gözle bakmaları mıdır mesele bilmem. Koço ailenin ekmeğini yiyip suyunu içmiş, Ali Bey’in iftiharlarına mazhar olmuştur, olmazdır öyle adilik, aşk maşk ne ayaktır Koço? Eşek gibi çalıştığını biliyoruz, o ekmeği sonuna kadar hak etmiştir ama fino muamelesi görür, isyanlar patladığında da kendi insanlarının yanına giderek Osmanlı askerlerine karşı savaşır. Kaçış sırasında vefa örneği göstererek bizimkileri çetecilerden korumaya çalışsa da ailenin gelini Zeynep kaçırılır, birileri öldürülür, her durakta birkaç insan yitip gider. Numunelik iyi ecnebi vardır neyse ki, Mihail’in sıklıkla gittiği yaşlı kadın savaşın kötülüğünü anlatır, Mihail’i Türklere düşmanlık beslememesi için eğitmeye çalışır ama genç Mihail zehirlenmiştir bir kere, kaldığı kilisede kim varsa Türklere karşı verilecek mücadeleden bahseder, silahlar da saklanmıştır bir yerlere, gerilimin iyice yükselmesi beklenir. Sadece “kalleşlik” yapanları görürüz, çocukken karşılaştıkları zaman Rafet’e bir tas soğuk su veren Mihail birkaç yıl sonra çetecilere katılacak, Rafet’in en yakın adamlarından birini öldürecektir. O mavi gözleri geçmişte arayan Rafet hatırlar, Mihail’e su vererek ödeştiklerini söyler. Meşrutiyet’ten sonra aynı safta yer aldıkları için adamının intikamını alamaz Rafet, zaten zamanı da yoktur, cepheden cepheye sürüklenecek ve Zeynep’le bir türlü evlenemeyecektir. Hilmi Dayı’nın izinden giderek katıldığı siyasî hareket yüzünden babası Ali Bey’le de papaz olacaktır, Ali Bey katıksız bir Abdülhamit yanlısı olduğu için meclistir, meşrutiyettir, ne varsa kıyasıya eleştirir, meclisin açılmasıyla vatanın kurtulmayacağını söyler ama gençlerin fikirleri başkadır, babası arkasından ateş etse de fikirlerinden dönmeyecektir Rafet. Meşrutiyet’in az öncesinden Cumhuriyet’in sonrasına uzanan anlatıda sapasağlam duran bir Rafet bir de Ethem vardır, ikisinin arasında görüş farklılıkları olsa da vatan için ellerinden geleni yaparlar. Arada frankofon aydınlara da eleştirilerini sıralarlar, aslında onları eleştirmeyen yok gibidir, ihtilallere ne kadar yardımları dokunmuş olursa olsun. Böyle bir karakter yüzünden ailenin kızlarından biri nişan atmak zorunda kalır mesela, genç adam Fransa’da biraz daha kalmak ve nişanı ertelemek isteyince Ali Bey bu naynaylığı hoş görmez. Evleneceğiniz insanla vakit geçirmeden evlenin kardeşim, sizin yüzünüzden Jön Türkler laf yiyor.

Klasik: O dönemde ne kadar politik hareket varsa her birine temsilci atanmıştır, karakterler çatışa çatışa bir hal olurlar bu yüzden. Ecnebiler öldürülmeli veya öldürülmemeli, Birinci Dünya Savaşı’na girmeliyiz veya girmemeliyiz hatta savaşı daha iyi anlamak için çocuk yapmalıyız veya yapmamalıyız, neyi savunacaksak sözcü olarak bir karakter buluruz. Vatan millet sevgisi ortaktır, bunun dışında pek bir şey ortak değildir, baba oğluna silah çekebilir, kaç yıllık dostlar kavgaya tutuşabilir, hiç belli olmaz. Rumeli insanı dağ gibidir, parladı mı ümüğünü sıkar insanın. Hepsi de aynı şekilde konuşur bir de, bunu cemaat olgusuyla açıklamaya çalışsak yine olmaz, robotik bir durum hasıl olmuş bu metinde. Kurtulmalarına ayrı ayrı sevinebiliriz ama, birkaçı yolda öldükten sonra kalanlar Selanik’e varırlar, şehri mavi beyaz bayraklarla süslenmiş halde gördükleri zaman içleri kan ağlar. Hikâyenin en efendi, en aklı başında kişisi Hilmi Dayı suikasta kurban gider ne yazık ki, sevecek insan kalmaz. Hemen gemiye atlayan aile zar zor İstanbul’a varır, başlarını sokacak bir ev bulana kadar nice zorlukla imtihan olurlar. Çokum o sıra kuzeydeki hengâmeden canlarını zor kurtaran Rusların İstanbul’a gelişini de anlatır arada, böyle detaylar metnin takdire değer yanı. Başkaca olumlu bir tarafını göremiyorum, denk gelen okusun ama denk gelmeyen aramasın. Çokum’a büyük saygı duyuluyor, Necatigil başta olmak üzere pek çok sanatçının adını andığı bir yazar, merak ettiğim için bu metnini okudum ve diğer metinlerini de okuyacağım. Birkaç tane vardı evde. Öyküleri iyiymiş, ödül de kazanmış çokça. Selim İleri kesin övmüştür. Falan.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!