Rebecca Solnit – Yokluğumdan Aklımda Kalanlar

Solnit’in kitapları bundan böyle Minotor Kitap’tan çıkacakmış, ne güzel. Penguen’e bağlı yeni bir yayınevi Minotor, demek ki ilknokta.com‘dan %50 indirimle alabileceğiz bastıkları kitapları.

Yokluğumdan Aklımda Kalanlar aslında Solnit’in yaşama hazırlanma süreci. Yaşadığı tam bir yokluk değil, bol bol okuyarak, yazarak ve erkten kurtulmaya çalışarak geçirdiği yılları anlatıyor. Bu tür uğraşlarla geçirilen zamanın yaşamdan geri kalmaya yol açtığını düşündüğü için yok olduğundan bahsediyor muhtemelen, ikisini ayırmanın doğruluğu yanlışlığı tartışılırsa da ilkine ağırlık vermenin başka bir kopuşa yol açtığı malum, iletişim kurmak öyle veya böyle zorlaşıyor, istenmez hale geliyor, insan insanla uğraşmak istemiyor açıkçası. “Başka birinin şiirlerinin konusu olmamaya ve öldürülmemeye çalışıyordum; kendi şiirimi bulmaya çalışıyordum ve elimde ne bir harita vardı ne bir rehber ne de fazla bir şey.” (s. 14) Solnit yeni taşındığı evdeki aynaya bakınca kaybolduğunu fark ediyor, karşısında incecik, sokaktan korkan bir kadın var. Onlu yaşlarının sonuna doğru evdeki şiddetten bıkarak taşındığı yeni evi siyahilerle dolu bir mahallede, alt kültürün her türü palazlanmaya başlamış, beyaz şiddeti 80’li yıllarda görece azalmış ama siyahların şehir dışına atılması için çalışmalar sürüyor, kentsel dönüşüm sonucunda yerlerinden olanlar göçmek zorunda kalmışsa da mahallede hâlâ siyahlar yoğun, eşcinseller ve feministler de var civarda, Solnit’in pişmesi için ideal ortam. Dairesi de pek güzel, kendisine ait bir yerin güzelliği kaça katlanmış bilmem ama Solnit’in mutluluğu apaçık. On dokuz yaşında bir kadın o zamanlar Solnit, parası yok, garaj satışlarından edindiği veya kaldırımda bulduğu eşyalarla döşemiş dairesini, özgürlüğünün tadını çıkarıyor, “bir yaşamın bütün parçalarını bir arada tutmayı öğreniyor”. Yetişkinlik kategorisinin sürekli hareket halinde olduğuna değindiğinde gelir dağılımından sınıf ayrımına kadar pek çok adaletsizliğin görüldüğü meselelere kapı aralıyor bir yandan, kendi yaşamının seyrinde karşılaştığı sorunların toplumsal boyutlarını irdeliyor ki bu konuyla ilgili ayrı bir metin yazabilirdi. Yazmıştır belki de, çevrilmesini bekleyeceğiz. Neyse, ihtiyaçlar hiyerarşisinde barınmadan sonra gelen aşamalarda üst seviye zorluklara geliyor sıra: “İnsanlar o kadar farklı şekillerde ortadan kaybolmaya zorlanıyor, yerlerinden yurtlarından ediliyor, dünya üstünden siliniyor, onlara o kadar farklı şekillerde ‘bu hikâye sizin hikâyeniz değil ve burası size ait değil’ deniyor ki.” (s. 35) O mahallenin bulunduğu topraklarda Ohlone halkı bin yıl boyunca yaşamış, ardından İspanyollar ve Meksikalılar gelmiş, nihayet ABD parayı bastırıp oraları aldıktan sonra Meksikalıları yavaş yavaş kovmaya başlamış, o sırada siyahiler güneyden batıya doğru göç ederlerken meskeni sahiplenmişler ve yerleşmişler. Zamanın ölçütünün değişim olduğunu söylüyor Solnit, o yaşlarda pek çok şeyin farkında değilken siyah yüzlerin yerini giderek beyazların aldığını, tüketimin hızla tırmandığını ve yeni binaların birbiri ardına dikildiğini zaman geçtikçe fark etmeye başlamış ve olup bitenlere uyanmış nihayet, kendi yoksulluğunun daha beteri olduğunu görene kadar kitapçılarda ayakta dikilerek kitap okumuş, müziği radyodan dinlemiş, arkadaşlarının evinde albümleri kasete çekmiş ve pek bir şey yememiş. Patolojik bir şey, sağlıksız bir zayıflık, üstelik yürüme alışkanlığını da o yıllarda kazanınca uzun süre kilo alamamış, çırpı gibi kalmış. Aydınlanma ânına kadar kapalı bir yaşam sürdürmüş kısacası, belki de aydınlanabilmek için kapalı kalması, zihnini doldurması gerektiğinin farkına vardığı için pek de yüklenmiyor kendine, sonuçta istediği gibi yaşamış. Bir zamandan sonra tabii, öncesinde erkek egemen toplumun kurallarına riayet ederek yaşadığını sanmış ama bir gölgeden ibaretmiş. Pek çok örnek veriyor Solnit, kadınların gölgeye indirgenmesinin ve üzerlerinde bu şekilde tahakküm kurmanın aşamalarını örneklerle anlatıyor, özetleyeceğim. Yürüyüşe çıktığı zaman taciz eden, laf atan birileri olurmuş hep, takip edenlerden çok korkmuş ve sapığın tekini başka bir adamın arabasına binerek atlatmayı başarmış. Bir başkasından koşarak kurtulmuş, dövüş sporları çalıştığı dönemde tehlikeli biri haline geldiğini anlayınca biraz daha rahatlamış ama o kıskacın hep farkında. Kadınlara biçilen rolü reddediyor, erkeklerin her konuda haklı olmalarına dair ön kabulleri reddediyor, sokakta hanımefendi olup yatakta orospu olmayı reddediyor, erkeklerin biçtiği her rolü reddediyor.

Erkeklerin açüklamaları, görmezden gelmeleri toplumun her kesiminde mevcut, sınıfsallığı da aşan çok daha derin bir problem bu, doğrudan iki cinsiyet üzerine inşa edilen bir çarpıklık. Geçmiş çağların alışkanlıklarını sürdürmek isteyenler destekliyor bu çarpıklığı, Solnit yakın arkadaşlarının başına gelenleri ve kendi yaşadıklarını bir araya getirerek feminizmle ilk yakınlaşmasını yaşıyor böylece. Başlangıçta herhangi bir oluşuma sıcak bakmadığı seziliyorsa da tamamen kasıtlı bir yönelim değil bu, genç bir kadının dünyayı bütün hatlarıyla anlama uğraşı zaman alıyor biraz. Sonrası eğlenceli: Solnit bütün mücadele edenlerin, toprakları için ABD’yle boğuşmak zorunda kalanların mesela, gelir eşitliği için uğraşanların, doğayı korumak için ellerinden geleni yapanların, nükleer denemeleri engellemek isteyen protestocuların, kadın hakları için savaşanların aslında aynı şey için, daha iyi bir dünyada daha iyi şartlarda yaşamak için uğraştıklarını anlıyor ve düzenli ilk işi olan sanat editörlüğünü bırakarak mücadelecilerin arasına katılıyor, masa başı işlere temelli veda ediyor. Hikâyelerini okumanız lazım, Nevada’nın çöllerinde bombaların patlamasını engellemeye çalışanların arasına karışıyor, bütün malvarlığını sığdırdığı aracıyla binlerce kilometre yol kat ederek yardıma ihtiyaç duyan kim varsa yardıma koşuyor, örneğin iki yerli kadının var olma savaşını günbegün takip ederek kitaplaştırıyor ve işin güzeli belli bir farkındalık da yaratıyor. Şöyle bir saptaması var Solnit’in, yüz yıl önce feminizmle ilgili yazılan kitapların günümüzde güncelliğini koruması ne yazık ki bu konuda pek de yol alınmadığını gösteriyor, mücadeleye devam etmek lazım ama bir yandan başka alanlarda her yeni metin farklı bir ilerlemeyi sağlayabiliyor, örneğin eşcinsellik bir açıdan daha “makbul” görülüyor artık. Solnit’in iki arkadaşıyla ilgili yazdığı kitap çoksatar olunca seviniyor ama başka bir sorun çıkıyor, açüklayan adamlar. Kitap basılmadan önce görüşlerine başvurulan iki adamdan birinin sığırlığı bir yana, kendi kitabı hakkında konuşan Solnit’i susturup aslında kitabın ne anlattığını uzun uzun açıklayan, Solnit’in kitabın yazarı olduğunu öğrenince de şaşıran dananın milyonlarca benzeri var, erkekler her koşulda daha iyisini biliyorlar, daha çok konuşma hakları var, kadınlardan daha üstün olduklarını bu şekilde dile getirmeye çalışıyorlar, Solnit’in temel meselelerinden biri bu. Ayrıca sanat dünyasına da sallıyor haklı olarak, pek çok yönetmen filmlerinde tecavüz sahnelerine yer vererek “bedeni ele geçirmenin” haz boyutundan ötesine dokunmuyorlar. Pek çok yazarın kadınlara nasıl davrandıkları malum, metinlerinin dışında yaşamlarında da pek hassas oldukları söylenemez. Hemingway örneği var, bunun yanında kendi yaşadıklarını da anlatıyor Solnit. Kitabı Ferlinghetti’nin yayınevinden çıkmış, güzel ama onca zaman karşılaşmışlar, konuşacak durumları da olmuş, Ferlinghetti tek bir söz etmemiş, hatta bir gün yayınevinin kapısında bir süre beraber vakit geçirdikleri zaman bile hiçbir şey dememiş adam, görmezden gelmiş hep. Solnit kadınların orada olduğunu, her zaman da orada olacaklarını anlatıyor.

Başta tamamen otobiyografik bir anlatı gibi dursa da sonraları tipik Solnit metnine dönüyor, eşitsizliklerin görünen ve görünmeyen yüzlerini çat çat kafaya çakıyor, aydınlatıyor, öğretiyor, birlikte yaşamanın yollarını gösteriyor. Şahane bir kitap.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!