Alejandro Zambra – Serbest Kürsü

Ecinniler‘in son sayısındaki röportajı alıp bu metne dağıtabilirsiniz, röportajı bu metnin sonuna ekleyebilirsiniz ama başına eklemeniz daha iyi olur, Zambra katıldığı söyleşileri koymuş başlara, röportaj da o söyleşilerin bir parçasıymış gibi durur, o röportajda Zambra’nın söyledikleriyle bu metinlerde söylediklerinin dili çok benzediğine göre röportajı yapan ve Türkçeye çeviren Banu Karakaş’la bu kitaptaki metinleri çeviren Seda Ersavcı’yı aynı anda tebrik edebilirsiniz ve röportajı okuduktan sonra bu metinlere bakabilirsiniz, tam tersini de yapabilirsiniz, yazarın bir dediği bir dediğini tutmaktadır ama söylediği o kadar çok şeyi o kadar karışık söylemektedir ki, tam da bu yüzden, tam da onun röportajda söylediği gibi kurmacayı eksilterek varır yaşama, yani her şeyi de koymaz ama niyeti bu yöndedir, hiçbir şeyi anlatmama veya göstermeme niyetiyle tokuşunca o niyeti, niyetler tokuşması o metinleri verir, mesela kalınca bir kitabı okuyan bir kadının hayatını anlatan romanını yazmaya başladıysa sadece denk gelme noktalarını anlatacaktır Zambra, kadına veya romana şöyle iyice bir eğilmeyecektir, her şeye eğilecektir ama uzaktan, ama içeriden, ikiliği Zambraca olacaktır, metinlerindeki biricikliği.

“İyi ki Meksika’dayız”: Meksiko’da oturuyorlar bir süredir, soğuk ve kapalı günlere “yaz” diyen Meksikalılar sinir bozuyor çünkü Zambra’ya göre hava soğuk falan değil, eşinin yarı şaka yarı ciddi yorumlarına göre Şili’de hiçbir şey olmamasıysa soğuk. Orada gerçekten hiçbir şey olmuyordur belki, radyodan dinlediği Meksika için hiçbir şeydir zira orada yaşadığı dönemde memleketindeki gibi her şeyin kötü, hatta memleketindekinden çok daha kötü olduğunu düşünüyor Zambra, yine de Meksika bağrına basıyor, ödüllendiriyor, sıcak. Eşinin hamileliği de bir kıyas kapısı, Şili’de kürtaj üç durumda yasal, Meksika’daysa tamamen serbest ve bedava. Geceleri Şili meclisinden videolar -muhtemelen- izliyorlar, bazı ifadeler korkunç, yine iyi ki Meksika’da olduklarını düşünüyorlar, özellikle Zambra’nın eşi düşünüyor çünkü hamileliğinin beşinci ayında olmasına rağmen kürtajı hiç düşünmediği kadar düşünüyor o sırada, kürtaj hakkını, insan hakkını.

“Demek Deprem Böyle Bir Şey”: Eve Dönmenin Yolları‘na dair birkaç kırıntı, çokça deprem, sallanan dünyaya uyum. Zambra’nın büyükannesi 1939’daki depremde neredeyse tüm ailesini kaybetmiş, annesi odanın karşısındaymış ama sarılamamışlar, kardeşi enkazdan çıkarana kadar çok toprak yutmuş. Pek çok hikâyesinin sonu depremle bitmiş tabii, biri hakkında dedikodu yapıyor ve deprem, birinin ufak tefek skandallarını anlatıyor, deprem, ihanetler ve saygısızlıklar, deprem. Bunların hepsi romanla ilgili bir ışık yakıyor kafada, iyi. 1985’teki depreme büyükannesiyle birlikte yakalanıyor Zambra, dokuz yaşında, Mart’ın yaz sonuna denk gelmesi bir anlığına kafa karıştırıyor ama deprem hizaya çekiyor hemen, mesela “kendi depremimizde” eleme maçları yapılmıyordu, herhangi bir şampiyona yoktu, yazın olağan sıkıcılığı sürüyordu, etrafta arkadaşlar, kuzenler olmayınca -arkadaşlar tatildeydiler, kuzenlerimden hiçbirini tanımıyordum- deprem daha bir korkunçtu sanki, yine de iz bırakmadı, kurgulaşmadı desem bir şeye haksızlık ettiğimi düşünürüm ama neye, bulamam. Zambra’da durum: “Eve Dönmenin Yolları romanımın başında bu depremin bir uyarlaması yer alıyor. Aslında bu fikre karşıydım, ne bu depremden ne de başka bir depremden bahsetmek istiyordum, özel efektlerin olduğu bir roman istemiyordum. Fakat genelde olduğu üzere, bu sahneye direndikçe ona bir biçim veriyor, zihnimde canlandırıyordum ve nihayetinde artık varlığını yadsıyamaz oldum.” (s. 91) Çadırda kalıyor Zambra ve kuzen güruhu, yetişkinlere uyuma numarası çekiyorlar, bir de onların sıkıcılıklarıyla baş etmek istemiyorlar. Bunların hiçbiri romanda yok, abla ve kuzen yok, birinci tekil şahıs tamamen Zambra değil, büyükanne de yok, romanvari anılar yok, romanvari olmayan bir roman istemiş Zambra da o yüzden. 2010’daki depreme atlıyor, devrilen kitaplarından bahsediyor, devrilmeye zaten müsait kitapları da mı yok romanda? O sıralar malum romanın ilk halini yeni bitirmiş ama düzeltmeye girişmiş depremden sonra, ikinci deprem romanı da silkelemiş iyice. Yazıyı da, Zambra okuduğumuz yazıyı yazmaya da o sıralar başladığını söylüyor, günlüğe kayan bir biçim veriyor yazısına. Eşiyle Taht Oyunları izlemişler, 7 Eylül. Meksika kilit sistemini çözme çalışmaları, deprem korkusu, 19 Eylül. Arkadaşlar, Şili, Meksika, hepsi iç içe geçiyor sonda. Yazı bir deprem, yıkarak yapıyor.

“Bir İnsanı Tercüme Etmek” iki bölümlü, İngilizce öğrenmekten başka dillere çevrilmeye -metinsel ve kişisel anlamda, metinsel anlam hem kişinin metinliğiyle hem de yazdığı metinle ilgili, kişisel anlamsa sadece kişinin kişiliğiyle ilgili değil, kişiliğin dışavurumlarıyla ilgili, konuşma biçimiyle, yürüme biçimiyle, kişinin okunabilir bir metin olarak tezahürüyle- ne varsa aktarmakla ilgili, o. Açıklık mı acaba, çeviriden de önce çevrilmeye niyetlilik? Gringo’yla anısı iyi Zambra’nın, çocuk Chicago’da büyümüş, memleketine dönmüş, su gibi İngilizce konuştuğu için popüler de İngilizce öğretmeni telaffuzu kötü diye düşük not veriyor, çocuk da kalkıp adrenalin patlamasıyla makineli tüfek gibi sıralıyor sözcükleri, öğretmen şaşırıyor, çocuğun “gringo” olduğunu bilmediğini söylüyor. Hakaret gibi bir şey ama kaynak metin anlaşılmaz olunca normal. Buradan Zambra’nın İngilizceyle imtihanına atlayabiliriz, üstüne gevezeliğiyle eğlenebiliriz çünkü ne kadar ilgisizmiş gibi görünse de konuyla ilgili şeyler anlatıyor, sarhoş oldukları zaman arkadaşlarıyla leş bir İngilizce gevelemeleri gibi. Keyif lazım, başka türlüsünü istemiyor Zambra. “Ben İngilizceyi roman okumak, gözlüğe gereksinim duymadan film izlemek, Kinks ya da Neil Young şarkılarını daha iyi telaffuz edebilmek için öğrenmek istiyordum, iş hayatında başarılı olmak için değil.” (s. 102) Çeviriye girişiyor, şiirleri sözlüklere baka baka, sonra düzyazıya geçiyor ve görüyor ki metni anlamakla ondan keyif almak aynı şey değil, yani ikisinin birleşmesi için yeterince çevirmek gerekiyor, kafada en azından. “Sanıyorum İngilizce roman okurken İspanyolcada tecrübe ettiğime benzer ya da en azından onunla mukayese edilebilir bir estetik duyguyu tecrübe edebilmem epey zaman aldı.” (s. 105) Arızamın tespitini şak diye buldum işte, Zambra’nın dediğini yaşadığım için paslanmayacak kadar çeviriyorum, kafada en azından. Şu da var, kendi yazdığının çevirisiyle karşılaşan Zambra’nın yazdıklarını “tanıyamaması” bunun neresinde kalır mesela, metinlerini İngilizceye çeviren arkadaşının metnini/çevrilen metni okuduğu zaman başkasının metnini okur gibiymiş. Estetik hazzı başka dilde veren bir metin, Zambra kendi diliyle yazarken, yazdıklarını okurken neler hissediyor acaba? Var cevabı da parçalar halinde, yazıların arasından fırlayabilir, fırlamayabilir, röportajının bir köşesinde değindiği bir şeydir bu, değildir, söyleşilerinde söylediği gibi sözcüklerin öylece geçip gitmesini izlerken aralarından birkaçını alıp anlamlı bir biçim oluşturacak şekilde yan yana dizdiğini hatırlayabilir, bunu yapabilir de, sadece nerede yaptığını bilmeyebilir, biz de bilmeyebiliriz, ta ki denk gelene kadar, oradan bilgisayarla yazmanın iyi ve kötü yanlarını, kalemle yazmanın iyi yanlarını, teknolojinin edebiyat açısından akarını kokarını, daktilonun tıkır tıkır kafayı yedirtmesini, sayfa ayarının sinirleri bozmasını, kaybolan verinin ardından yakılan ağıdı, kalemin faşfoş çıkardığı sesin kurmacayı canlı kıldığını, okurların ekrandan veya selülozdan okumalarının farkını, okumanın okumamaktan farkını, yazmanın yazmamaktan farkını, farkın metinler için ifade ettiği anlamı ve daha pek çok şeyi hem röportajdan hem de bu kitaptaki yazılardan takip edebiliriz. Bence.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!