Orhan Duru – Ferit Edgü & Yüksel Arslan’a Gençlik Mektupları (1957-1972) ~ “27 Mayıs” Günlüğü (1959-62)

Ankara’dan, yazılırken dışkıların nasıl dışarı atılacağı meçhul, yazarının mide problemlerinin başladığı malum, üzerine resim çizilmiş, daktiloyla yazılmış. Boşaltım sisteminden girebiliriz, anal problemler hemen her mektupta yer alıyor. Duru çoğu mektubunda, özellikle ilk yıllardakilerde durumunun “bokulluğundan” bahsediyor, bok gibi bir halde yazıyor mektuplarını, dile getiriyor. Yalnızlık, insan sevmezlik, birilerine katlanmak, katlanmaya rağmen birileriyle birlikte olmak, İlhan Berk’in tavırlarına dayanmak sık. Üniversitede hocayken de öyle Duru, akşamları içmekten başka bir şey yapmıyor, şaraplarla biralar lık lık gidiyor da ferahlatmıyor Duru’yu. Parası yok, olanı da içkiye yatırınca dergilere yazdığı yazılardan medet umuyor da gelen parayı yine içkiye yatırıyor. Başka gelir kaynakları aradığını söylese de bulamıyor Duru, kronik yokluk. Bir zaman teyzesinden kalan evi satıp elde ettiği parayı yine bir güzel ezdiğini söyleyecek, başka bir zaman babasının sağlık problemlerinden ötürü paraya iyice sıkıştığını anlatacak, bu savurganlık Duru’yla bütünleşmiş bir şey. Boka dönelim, 1970’lere doğru yeraltı edebiyatının saçtığı bokları beğendiğini söyleyecek Duru, insan içindekini dışarı savurmalı, boklarını ortaya dökmeli, iyi bir şey. Edebiyat öyle olmalı, ağır ağır şeylerdense dağınık, yayılmaya müsait, her yere bulaşabilen bir yazı, bok. Öykülerinde bu tavrı görüyoruz, rakının sıcaklığından iklim krizlerine yol var, şarabın soğuğundan buzul çağına geçiş yüzlerce yıl sürüyor çünkü sergilerden bıkıyor Duru, zaman bir türlü geçmek bilmiyor. Dışkılamaktan içkilemeye: Urfa’ya gittiği zaman et adama dönüyor Duru, durmadan et yiyor, kebap, kebap çeşitleri, her gittiği yerde bir sofraya oturuyor ve ne sunulduysa yiyor, patlayasıya. Sıcakla birleşince korkunç tabii, yenen onca et terlemeyle ortaya çıkıyor, Duru kendi kokusundan tiksiniyor ama yemeye ve terlemeye devam ediyor, kasten yapıyor bunu belki, yine 1970’lere doğru bahsettiği rahatsızlık hissine kapılmak için. Yazar rahatsız, huzursuz olmadan yazamaz, bu bir sezgi olarak var da sözcüklere dökülmesi yıllar sonra. Kimse mutluluğu yazamaz, ele almaz en azından, oysa mutsuzluk her türüyle ekine, dikime girebilir, trikotajdan botaniğe her alanda kendine yer bulabilir, işin Durucası.

Kadınlar konusunda Duru tam bir terminatör, sevilecek insan değil. Ankara’da iki zenci karı görüyor, avratlardan birinin çukulata rengine, bacaklarına ve göğüslerine kapılıyor ama asıl sevdiği çilli olanlar. Yakın bir arkadaşının eşine takılıyor bu yüzden, pikniğe gittikleri zaman arkadaşından çok arkadaşının eşiyle konuştuğu zaman ortamı ekşittiğini anlıyor ama kendini durduramıyor Duru, sonraları kadının da kendisine taktığını ve ne yapacağını bilmediğini söylüyor. Başka, iki görüşmeden sonra ortadan kaybolan kadınlardan ve keyfinden bahsediyor, onlardan da hayır göremeyince peşine takılıyor birinin, takip ediyor. Bu kadınlarla ne alıp veremediklerine dair herhangi bir şey yok, cinsel zafer kazanmaya çalışan Duru’nun pek de başarılı olamadığını, öfkesini mektuplarında attığını görüyoruz. Kara kuru bir adam, içine kapanık, kendince sebepler buluyor da acısını hafifletiyor. Kadınları gözüyle yese yeter, Afrika’dan gelen “Zenci balesi”nin Ankara’ya geleceği günü heyecanla beklediğini söylüyor, yarı belinden yukarısı çıplak kadınları sahnede görecek, pır pır ediyor mektubunda. Yüksel Arslan’la Ferit Edgü’nün ne cevap verdiğini bilmiyoruz onca mektuba, kitabı hazırlayan Burak Fidan bulduğu birkaç mektubu kitaba koymadığını söylüyor, keşke koysaymış. Yüksel Arslan’la daha matrak bir dille yazışıyor Duru, arkadaşının karaciğerinin ne alemde olduğunu soruyor, içtikçe saçma sapanlaştırdığı olayları anlattığı için takılıyor Arslan’a. Edgü’ye de benzer şekilde takılıyor, boku alkole atmamaları için arkadaşlarını uyarıyor bir yandan, işe yaramaz herifler kendi sorunlarından sorumlu. Gelseler ya bir de, Duru yalnızlıktan ne zaman yakınsa hem Edgü’den hem Arslan’dan ülkeye dönmelerini istiyor. Dönsünler de gavur memleketlerinden kurtulsunlar, insanın kendi ülkesi gibisi var mı? Varmış, Duru da fırsatını buldu mu, üniversiteden atılıp geri dönme ihtimali doğmadan önce başladığı gazeteciliğinin açtığı kapıyla ABD’ye gidiyor, burs sağ olsun. Ginsberg, Ferlinghetti, kuşağın şairlerini takip ediyor, Edgü’ye kitaplar yolluyor. Arkadaşının öykücülüğüne dair söyledikleri dikkate değer, mesela aralarında üslubuna ilk kavuşanın Edgü olduğunu söylüyor Duru, özgün sesini yavaş yavaş duyurmaya başlayan Edgü’yü kutluyor. O dönemde ikisinin de dergilerde öyküleri çıkıyor, aynı yıl kitapları da çıkıyor, 50 Kuşağı yükselişe geçiyor. Vedat Günyol’dan saygıyla bahsediyor Duru, öykülerle ve yazılarla ilgili bir mevzu, İstanbul’a gittiği zaman mutlaka görüyor Günyol’u. Erdost’un da bahsi çok geçiyor, parayla ilgili veya ilgisiz, edebi meseleler hep. Yazılar dergilerde yayımlanacak veya yayımlanmayacak, Duru bir öykü yazmış da işe yaramazmış öykü, yine de dergide çıkmış, parası da hemen alkole yatırılmış, sonraki öykülere sermayeymiş. Duygusuz, kuru öykülerden sakınamıyormuş Duru, duygularını kurmacaya katmak için elinden geleni yapıyormuş ama sahici olmuyormuş o zaman, dünyanın onca derinliğini göremediği için öykülerinin başka nitelikler taşıdığını söylüyor. Günlüklerinde ayrıyeten ele alıyor bu mevzuyu, Edgü’nün kapalı, yoğun öykülerini pek tutmadığını anlıyoruz, dünyada onca derinliğe yer yoksa o öykülerin lüzumu? Kendisi daha “insansız”, daha doğrusu “heyecansız” öyküler yazıyor, bildiği bu. Pişman değil, insanda gördüğünün ötesini bilmek istemiyor, eşelemiyor, bu yüzden öyküleri mekanik ama takır tukur sesler gelmiyor.

Günlüğe geçeyim az, 27 Mayıs’ın arifesinde subay okullarından çıkan öğrencilerin gösteri yaptığını anlatıyor Duru. Halk polislerden çok sopa yiyormuş da askerler pek bir şey yapmıyormuş, bir süre sonra polisler de boşlamış gösterileri. Kızılay’da dağıtılan kalabalıklar her gün tekrar ortaya çıktığında müdahale edilmemiş artık, 27 Mayıs’a yaklaştıkça ortamın daha gergin ama daha olaysız olduğunu görüyoruz, sanki olacağın olması bekleniyor. Oluyor da, cunta başa gelince askerin ülkeyi kurtardığını düşünüyor Duru. Bol bol okuyor bu sırada, Robe-Grillet’nin romanlarını anlamaya çalışıyor, Camus’nün çizdiği yalnız insanı başta silmeye niyetleniyor ama kendine yakın bir şeyler buluyor sonra karakterlerden. İlhan Berk’in evine gidiyor bir gün, Berk çağırmış ama evde yok, kapıya astığı kâğıtta Duru’nun gece dokuzda gelmesini istiyor. Yanında getirdiği kitabı kapı altından atıveriyor Duru, Berk’in sadece kitap için çağırdığını düşününce darılıyor biraz. Bencil herif. “Bu İlhan Berk’in her şeyi yapmacık. Kendisi bile.” (s. 172) Bilge Karasu’yla da sık sık zaman geçiriyor. “Karasu, zeki ve biraz homo bir kişi. İlgi çekiyor bu yüzden.” (s. 82) Karasu Mavi Sürgün‘ü okumuş bir, Balıkçı’nın Bodrum’dan ayrılmasını yanlış bulduğunu söylüyor, çeşit çeşit bitkiyle yeşerttiği toprakları bırakmamalıydı. Çocuklarının eğitimi için İzmir’e taşındığını biliyorum, başka sebepler de vardır, mesela Bodrum’a tekrar dönmenin saadetini tatmak istemiştir de arkasına bakarak gitmiştir oradan. Geçenlerde bir haber vardı, beyaza boyadığı evinde balık restoranı mı ne açılmış. Balıkçı’nın ne tepki vereceğini merak ettim açıkçası, en yakındaki masaya çöküp muhabbete dahil olur, yiyip içerdi bir yandan da. Herhalde. Kafka’dan genelde sıkıldığını söylesem aşırıya kaçar mıyım, kaçmam sanırım, Duru Kafka’dan sıkılıyor. O cehennemin bir benzerini yaşadığı için belki. Şato‘dan bıkmış, dayanılmaz bir bunaltı içinde kalmış okurken. “Daha çok sıkıcı bürokrasi havasının insanları ezdiğini anlatıyor Kafka galiba. Kim bilir? Hep anlaşılmaz şeyler yazarlar bu Alman yazarları.” (s. 185)

Duru’yu sevenlerin kaçırmaması gereken bir kitap bu, makara mektuplar.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!