Akbal’ın denemelerinin algoritmasını çıkardım, faydalı bir meşgale. Mesela Günyol’un denemelerininkini çıkaramam çünkü oynar o denemeler, formül tutmaz, elin -gözün?- altından vıjt diye kayıverir ama Akbal’ınkiler kaymaz, neyle nerede karşılaşacağınızı bilirsiniz. Oynayayım, alıntıyla başlamayan denemeleri aşağı yukarı şöyledir: “Baharda denizin rengini bilirim, hava biraz kapadı mı gride mavi parıltılar görülür Karaköy’de. Güneşte yeşerir deniz, bereketli bir çimenliğin rengine bürünür. Bahardır bu canı veren denize, devinim kendi dokusunu yayar yüzeye. Ağlardan taşar balıklar, geceleriyse yakamozdur bütün yük. Tuğyan Lembölü’nün enfes dizeleri gelir akla: ‘Yüz, ey, denizde yüzey / Paslı güneş kırpılır sulara / Dalgaya tetanos bu akşam / Suvardığım bu göğü ara’ Geçen gün eski bir dosta rastladım, o da yürümeyi severmiş deniz kenarında. Eşlik ettim, deniz kenarında geçirdiğimiz günleri konuştuk. Yenikapı’daki kahvelerde yazdığımız şiirler, şair dostlarla yaptığımız tartışmalar, kırdığımız kalplerimiz geldi aklıma. Onun hatırladıkları başkaydı, olayların başka türlüsü. Anılara güvenilmez -der mesela Akbal, ortak geçmişin yanlış hatırlanan kısımlarına odaklanır, özenle koruduğu anılarının bozulmasından korkar- ama dostumun hafızasının kuvvetli olduğunu da bilirim, acaba ben mi değiştirdim yaşamımı, yaşadıklarımı? Şurada Tuğyan’la oturmadık mıydı, Ertan mıydı o? Petrol gemisinin sürüklenip şu yalıya girdiği yaz ben burada değil miydim yoksa, olayı gazetelerden mi öğrenmiştim? Günü gününe yazmak lazım bunları, aslında sadece günlük de tutan yazarların anılarına güvenmeli, belleğin çağrışımlarından kurtulamıyorsak tarihe sabitlediğimiz sözcüklere bel bağlamalıyız. Geçenlerde okuduğum bir kitap tam olarak bunu anlatıyordu, Cenk Şanduy’un Suda Bir Yalpa adlı romanı iki arkadaşın birbirine duyduğu öfke ve sevgiyle biçimleniyor, adeta bir sarmaşık bu duygular. Marmara’nın kıyısında küçük bir kasabanın çocuklarıdır Ali’yle Cihan, birlikte büyürler, aynı kıza âşık olurlar ve birbirlerine âşık olduklarını anladıkları zaman kıza âşık olmadıklarını anlarlar. Ali ailesinin tepkisinden korktuğu için çok özür diler, Cihan’a aslında kıza âşık olduğunu söyler ve evlilik teklifi için aldığı yüzüğü gösterir. Ne ki Cihan tez davranmıştır, kenarda saklanan kızı omuzlarından tutup getirir, elini kaldırıp parmağındaki yüzüğü gösterir kız. O sırada Ali diğer elindeki yüzüğü gösterir, sarhoş oldukları bir gece kendi aralarında nikah kıymışlardır, Ali’yle Cihan ölümsüz aşklarını yüzükle perçinlemişlerdir ama Cihan’ın haberi yoktur bundan. Kıza gizlice taktığı yüzük de ortaya çıkınca Ali iki aşkına hayatının sırrını gösterir, gömleğinin düğmelerini açar ve göğsündeki üçüncü ele taktığı yüzüğün parıltısıyla yıkar diğerlerini. Ali bir kendine sadıktır, diğerleri sonsuza kadar kaybettikleri Ali’ye yaşlı gözlerle bakarlar ve el ele tutuşup denize atlarlar. Ali de göğsünden çıkan eliyle kavuşan diğer ellerini tutar ve denize atlar, böylece aşk dolambacı suyun arındırıcılığıyla paklanır, insanlık nezdinde bir güzel aklanır. Gerçeküstü öğelerle denizin dalgaları arasındaki bağlantı sıkı tutulmuştur, Şanduy çözülmesi mümkün olmayan bunguları köpükleştirmeyi başarır. Tam çağımızın hikâyesi, insanın bir diğerini anlamak istemediği, anlamaya çalıştıkça kendine tokatlar attığı bir zamanın hikâyesi de ancak gerçeküstücülükle anlatılabilirdi. Dalgaları görüyoruz ama gerçekten gördüğümüz dalgalar mı acaba, hafızamız yıllar sonra bu konuyla ilgili ne diyecek acaba? Ben üç beş kitabı birden okurum, mesela Oğuz Atay iyi bir romancıdır. İyi romanlar, bilirsiniz, ortasından açılıp okunabilirse iyi romandır, o dünyaya ortasından bir yerden de girilebilir, girilmelidir. Karşı kıyılara baktım, camlara düşen grilikte gökyüzünden daha fazlası var gibi geldi bana, özellikle bu romanı okuduktan sonra. Tavsiye ederim, okuyunuz, pişman olmayacaksınız.” Biraz abarttım ama özü budur. Akbal yazıyla geçinebilmek için çokça yazıyor, bazen yazacak bir şey bulamadığını söylüyor da yazıyor, haliyle yerlere düşüyor o yazı ve altından olmadığı için kıymetini yitiriyor. Ferhan Şensoy anlatıyor ya işte, Haldun Taner her sabah oturur da yazarmış, aklına bir şey gelmezse aklına bir şey gelmemesini yazarmış, Yalıda Sabah olmuş o yazılar. Akbal’ınkiler biraz “çalayazı”, buna benzer bir şey, denemelerinden birinde başka bir yazarın eserleri için söylüyor da kendi yazıları da biraz böyle. Yazıların bütününü düşününce razıyım sanırım, bazen bunaltsa da iyidir Akbal’ın denemeleri. Kolaycılığa düşmedikçe. Basit çıkarımları büyük buluşlar gibi sunmadıkça. Bir de aşırı ulusalcılaşmadıkça.
“Yitiklerde…” nam bölüm kitabın en ilgi çekici kısmı. “İlkyaz Yitikleri” Hisar’dan Esendal’a uzanıyor, Sait Faik’e uğruyor arada. Hisar’ın eserleriyle ilgili yazıları var Akbal’ın, ölümünden kısa süre öncesinde yaşadığı sıkıntılar vardı birinde. Ev sahibi Hisar’ı evden çıkaracakmış, onca kitabı ve eşyayı taşıma fikrinin fenalıkları altında bunalan Hisar en kısa sürede ölmeyi dilemiş. Genç yaşta ölen Kenan Hulûsi’nin bütün öykülerini Eğitim Bakanlığı basmış da hemen unutulmuş Kenan Hulûsi, 1940’ların en ünlü öykücülerinden biri. Ataç günlüğünün son kaydında belki son yazılarından birini yazdığını söylemiş, haklı çıkmış. Ondan Esendal’a, 1951’de Türk Dili çıkmak üzereyken Ataç’la birlikte Esendal’ın evine gitmiş Akbal, büyük yazarın birbirinden ilginç anılarını dinlemişler. Birkaçına başka yazılarda rastlayabilir miyiz? Esendal’ı anlattığı bir iki yazıda anılara hemen hiç değinmiyordu Akbal, belki sıkıştırmıştır sağa sola. Neruda’yla ilgili iki bölümlük uzun bir yazı var, şairin son günlerinde cuntanın kuşatması altındaki yaşamının solukluğuna dair. Evi talan edilmiş, belgeleri dağıtılmış, odalarının altı üstüne getirilmiş Neruda’nın, hasta bir adama yapılmayacak şeyler. Bu yüzden değildi belki ama Neruda’nın şiirinin camdan dışarı uçtuğu bir öykü, hangi kitaptaydı, diye yazdım ve rafları tarayıp buldum, müthiş öykülerin arasındaydı tabii: Yağmur Damlaları Arasındaki Mesafe. Şiir işte, o gece en hüzünlü şiirlerin yazılacağı gece yazılmaktadır da bir rüzgâr uğrar odaya, sayfayı uçuruverir. Bağdat’a gideriz hemen, yazarın emri. Kitaplara düşkün bir adam pazar tezgâhının üzerindeki yığına yaklaşır, kitapları eşeler, Neruda’nın şiirine rastlar ve okurken, belki de Neruda’nın sonradan tamamladığı uçuk şiirin olduğu sayfayı okurken havaya uçuverir, dibinde bomba patlatılmıştır çünkü. Sayfalar havaya savrulur, dizeler türlü biçimlerde havaya savrulur ve şairler yazmaya, okurlar okumaya devam eder, acılar ne kadar büyüyüp çeşitlenirse çeşitlensin. Neruda’dan Tahir Alangu’ya, yine kırık bir saz. Öğretmenlik, yazarlık, çalışıp durur Alangu, emekli olduğu zaman nihayet tamamlayacağı eserlerine eğilecektir ama kalbine yenik düşer bu kez, Şişli’den toprağa uğurlanır. Cenazesinde herkes birbirinin yüzüne bakar: Sırada kim var? Alangu’nun anılarından bir parça, Mehmet Seyda’ya anlatılmış: Fakülteye girdiklerinde o zamana kadar edindikleri edebiyat anlayışları, hevesleri kırılmış çünkü edebi keyfin yerini edebiyatın matematiği sayılan filoloji almış. Salim Şengil de anlatıyordu galiba, Köprülü daha ilk dersinde öğrencilerine roman okumak veya yazmak için gelenlerin çok yanlış geldiklerini söyler, kaçırırmış gençleri. Necatigil’le Alangu dayanmışlar, yiğitçe göğüs germişler. Direnmenin yararını çok sonra görmüşler de üniversite eğitiminin faydasıyla ilgili bir şey değil sanıyorum, kişiliklerinin gelişimiyle alakalı. Külebi değiniyordu biraz bu dirence, Necatigil’le birlikte başlayıp birlikte bitirmişler okulu da Alangu’dan niye hiç bahsetmiyordu, bilemedim. Picasso üzerine uzunca bir yazı, sonra Sait Faik ve Balıkçı üzerine bir tane daha, tarihî gerçekleri değiştiren Kemal Tahir’e biraz serzeniş, kitap tamamdır.
Akbal’ın denemeleri baldır, keçiboynuzudur, artık hangisine denk gelirse okur.
Cevap yaz