Nodar Dumbadze – Ben, Ninem, İliko ve İlarion

Dumbadze’yi Dedalus basıyor. Dedalus’tan başka bir yayınevi, mesela Nebula basabilirdi, belki Kuzey Işığı basardı, başka da hiçbir yayınevi basmazdı. Gürcü edebiyatının bu müstesna yazarı 1928’de doğmuş, daha ilkokul öğrencisiyken babası tutuklanıp kurşuna dizilmiş, annesi sürgüne gönderilmiş. Dokuz yaşındayken köydeki ninesinin yanına gönderilen Nodar 1950’de Tiflis’e dönerek ekonomi okumuş, aynı yıl gazetelerde ve dergilerde ilk şiirleri ve öyküleri yayımlanmış. Sonrası Lenin Ödülü, Şota Rustaveli Devlet Ödülü, romanlar, şiirler, Dumbadze 1984’te ölene dek. Yazdığı bu metne otobiyografik roman demeye dilim varmaz, öykülerden oluşan ve öykülerden daha geniş bir toplama, biçime ulaşan metinler için ne demeli? Ne denirse o bu metin, Zurab Vaşalomidze’nin çocukluğundan üniversiteyi bitirdiği zamana yolculuk. Gubazouli ve Laşe’nin, iki derenin arasında bir köy, köprüsü her taşkında alıp başını gidiyor ama tekrar inşa ediyorlar herhalde, kayıplar için gözyaşları dökülüyor, yas tutuluyor ve akıp giden yaşama uyum sağlanıyor hemen. Köyde zaman çok yavaş akıyor, bu yüzden her karakter acının izlerinden kurtulmak için beklemeyi biliyor. Daha güzel ve daha neşeli bir köy yok etrafta, garip ve komik insanlar her gün birbirleriyle uğraşıyorlar, çekişiyorlar ve yumruk yumruğa geldikten sonra şaraplarını paylaşıp hayatın tadını çıkarıyorlar. Bazı bölümler sırf bu didişme hikâyelerine ayrılmışken bazıları zaman çizgisi üzerinde ilerlememizi sağlayan olayları da içeriyor, karma yapı.

Zurab küçük çocuk, ninesi Olga nine yaşında, İliko ve İlarion köyün orta yaşlı ve uçarı adamları olarak türlü işlerin peşinde koşan dayılar. Karagöz’le Hacivat gibi değiller, zıtlıkları bazen ayyuka çıksa da genellikle ikisi birden deliye vurup eğleniyorlar, Olga’yı çıldırtıp Zurab’ın yaşamını şenlendiriyorlar, çılgın tipler. Bölümlerden birinde İlarion’un topladığı odunlar kayboluyor mesela, o sırada tatil için üniversiteden köye dönen Zurab’ın yanında küçük dinamit lokumları var, İlarion odunlarının içine bu lokumlardan koyuyor ve ertesi gün hangi evin çatapatlayacağını izleyeceklerini söylüyor. Ertesi gün votka kaynatıyorlar, İliko’nun getirdiği odunlar gümpatlayınca yer yerinden oynuyor, kazanlar devriliyor, herkes kendini yere atıyor. Zurab yüzü kül, kan ve toprakla bulanmış İlarion’u gömüldüğü yerden çıkarıyor, öleceklerdi az daha. İliko bir süre ortalıkta gözükmüyor, barışıyorlar nihayetinde. Küs kalamazlar, her ne kadar birbirlerine türlü eziyetler çektirseler de can dostlar. Başka bir gün üzüm bağları için İliko’yla Zurab’ı çağıran İlarion arkadaşlarını köle gibi çalıştırıyor, ertesi gün işe devam etmek istemeyen İliko hemen bir hikâye uyduruyor: İliko’nun uzun süre önce ölen babasından bir mektup küpün içine, küp de İlarion’un bahçesine. Ertesi gün küpü bulan İlarion mektupta anlatılan hazineyi bulmak için arkadaşlarını hemen kovuyor ve iki gün boyunca bahçesini kazıp duruyor. Ortaya çıkardığı ikinci küpün içinde kuş boku ve reçineden oluşan karışımı bulunca dağa taşa haykırıyor, olanları izleyip gülen arkadaşlarını ertesi gün beklediğini ama o an ortaya çıkarlarsa kafalarına sıkacağını haykırıyor. O gece İliko’yla Zurab sabaha kadar çalışıyorlar ve bahçedeki koca çukurları kapıyorlar, öyle de iyi arkadaşlar. Aşırı ofansif şakalar yaka paça birbirlerine girmelerine yol açabilir, su gibi şarap içildiği için kavganın çıkmadığı gün de azdır ama sonunda her şey tatlıya bağlanır, şakalar meclislerde anlatılır. Böyledir köy, o köy en azından. Benim gördüğüm köylerde millet birbirinin kuyusunu kazmak için on çeşit alavere çeviriyordu, tuhaf. Neyse, başlangıçta ninesi Zurab’dan okumasını istiyor, kör olası okumalı yoksa cahil kalacak. Gürcüce ve Rusça öğrenmeli, iyi konuşmalı, hesabı kitabı iyi yapmalı, yetimin okumaktan başka çaresi yok. Öğretmenlerini çıldırttığı kısımlar komik, ninesi hemen her gün okula giderek öğretmenlerin şikayetlerini dinlemek zorunda kalsa da çocuğun kafasının çalıştığını içten içe biliyor. Zurab gerçekten de zeki bir çocuk, bu yüzden ortalamanın üzerine çıkmak istemiyor. Beşlik sistem sanırım, üçün üzerinde not almasına gerek yok, üniversitede de aynı yöntemi uyguluyor ve eğitim sistemi nezdinde ortalama bir öğrenci olarak alıyor diplomalarını, okula harcamadığı enerjiyi yaşamaya ayırıyor. Köpeği Murada’yı yanlışlıkla vurduğu bölümde Dumbadze’nin oyunlarıyla karşılaşmaya başlıyoruz, çocuk ve köpek o kadar yakın ki çocuğun söylediklerine köpek mantıklı cümlelerle cevap veriyor, içinden tabii. Zurab köpeğin cümlelerini duyuyormuşçasına konuşmaya devam ediyor, hoş buluş. Nine sanki savaşta ölen birine ağıt yakmış gibi ağlayıp haykırıyor, o sırada bütün hızıyla devam eden savaş yüzünden köye kötü haberler geldiği için komşular ağıtları duyar duymaz teselliye geliyorlar ama bir köpek için ağıt yakıldığını anladıklarında Zurab’ın yakın çevresi için de geçerli olabilecek bir şey söylüyorlar: “‘Varınız yoğunuz yerin dibine batsın, bir ailenin her şeyi nasıl bu kadar tuhaf ve akıldışı olabilir? Köpeğe böyle ağıtlar yakıldığı nerede duyulmuş?’ deyip gittiler.” (s. 25) Kolektifin malı söz konusuysa canları pahasına koruyorlar yoksa hesabı kendilerinden sorulacak, buna rağmen Zurab ağaçlardaki meyvelere dadanıyor, İliko tüfeğinin namlusunu ağaca çevirip kim olduğunu bilmediği haytayı sabaha dek bekliyor. Zurab aşağı indiğinde zılgıtı yiyor, sonra birlikte tütün ve şarap içip eğleniyorlar. İlginçtir, hemen herkes ne yaşanırsa yaşansın her an şarap içmeye teşne. Biri ölür, biri gider, biri gelir, biri biridir, şaraplar çıkar hemen. Zurab âşık olduğu kızı bırakıp trenle Tiflis’e giderken yolcular önce birbirlerini yerler, sonra şarapları ve votkaları çıkarıp seyyar dost olduklarını haykırırlar, herkes bir şeylerin şerefine kadeh kaldırır. Çok eğlenceli bir dünya, kavgalar bile öyle. Zurab Tiflis’te Marta Teyze’nin evinde kaçak kalırken binadan sorumlu adam Zurab’ı yakalar, yetkililere teslim etmek üzere sürüklemeye başlar. Yolda konuşurlar, Zurab kendini anlatır biraz, dümeni hemen yakınlardaki bir lokantaya kırarlar. Zurab yiyip içer, bina sorumlusu içip sarhoş olur ve uyuyakalır. Lokantanın sahibi beş parasız Zurab’ı pataklamak üzereyken Zurab sorumlunun ceplerindeki paraları verir, adamı sırtlanıp yaşadığı binaya geri döner ve sınavına koşturur hemen, geç kalmamak için daha da çabuk olmak zorundadır. Okulu da bitirir nihayet, köyüne döndüğünde çocukluk aşkını, üniversitede tanıştığı güzel kıza verecek gönle yıllar önce el koyan kızı görür, onun ışığında bütün dünya parlaktır, ninesi son nefesini verirken ağlaşan İliko ve İlarion, Zurab, her şey ışıldar.

Güzel insanlar ve oyunlar. Hitler’in saldırısı kara ve çamura saplanmıştır ama ordu zor durumdadır, bizimkiler savaşa giden köylüleri düşünürler ama yollayacak pek bir şeyleri olmadığını, yokluklarını anlatırlar birbirlerine. Sonra her biri gizliden bir şeyler hazırlayıp yollarlar, örneğin nine gecenin bir yarısı kalkar, kendi yastığındaki yünleri çıkarır ve çorap dikmeye başlar. “Ninemin kendisinden eksilttiği sıcağa nail olacak ve bu karlı kışın soğuğunda ninemin yaşlı bedeniyle ısınmış yünden ördüğü çorapla ayakları ısınacak olan o mutlu askerin kim olacağını düşündüm.”  (s. 61) Genelde diyalog ağırlıklı bölümlerin birinde ilk aşkı Meri’yle baş başa kalan Zurab kalbinin güplediği bir an, muhtemelen ilk öpücüğün verildiği, üslubu bir anda değiştirir. Başka hiçbir yerde kısacık cümlelere, ânın adeta akla kazınmak istenmesine rastlamayız: “Kar yağıyordu. Rüzgâr esiyordu. Ay vardı. Güneş de vardı. Sevgi de vardı, gözyaşı da ve çok fazla, çok fazla kar vardı. İliko, eğer rüzgâr varsa, kar varsa ve dünya yıkılıyorsa, en niye seviniyorsun, sefil demişti ya. İşte her şey vardı, dünya yıkılıyor ve ben mutluydum. O gece ninem beni eve alsaydı bile, yine de eve gitmezdim. Kar yağıyordu. Kar vardı. Ay da vardı. Güneş de ve aşk da vardı. Çok fazla, çok fazla kar vardı.” (s. 81)

Şahane metin.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!