Bu insanlarla bir süre takılınca haritayı açıp bakayım dedim nerelerde dolanıyorlar, hangi tepelere çıkıyorlar, hangi pub’larda sarhoş olup sürünüyorlar, görüntülerde kayboldum resmen. Ruhu ejderhadan ve sokaklardan bildim, Roger’ın milleti duman ettiği evler, Paul’un delice hareketleriyle kırdığı kalpler, Mairead’in sömürüldükçe sömürülen şefkati, Bill’in Kuzey İrlanda’da aptalca bir şaka sonucu kaybettiği kolu derken görüntüler canlanıyor, Griffiths kadar eşen azdır karakterlerini, bomba patlayınca Bill’in ortadan ikiye ayrılan kolunun parçaları birbirine vurdukça çıkan şap şap sesini tek elle alkışlamaya benzetmek, Bill duruma gülerken yanda bir askerin kusmaya başlaması, her şeyin höröy diye aktarılması acayip darbe, detaylandırmanın böylesi. Kolu kesmişler haliyle, Bill askerlik arkadaşı Roger’la birlikte takılarak yaşamını sürdürüyor, otlar içkiler, haplar mantarlar, ne bulursa. Tayfanın müdavimi olduğu barın barmenine bile ufak bir bölüm ayrılmış, altı yüz sayfalık canavarda herkese yetecek kadar yer var, barmen kızlara sarkıyor, serserilere sempati besliyor en önemlisi, tamam, yaşamak için iş güç evet ama bunlarda başka bir olay var, fark ediyor, hayatlarının bir bölümünde boku yemişler ve toparlanamamışlar, toparlanacak gibi durmuyorlar, öyleyse üç beş bir şey kazansa yeter ki kazanıyor, para buluyorlar bir yerlerden. Hemen her karakter için ayrı bir bölüm varsa da ortaya karışık: birbirlerinden kopamıyorlar, eroine bulaşmak istemeyenler bulaşanları kabullenmiş, bulaşanlar yeri gelince daha hafif takılıyorlar, benzer çöküntülerin aynı çukura topladığı insanlar. Nefret ederim, “kaybedenler anlatısı” denir, aslında kaybetmekten başka bir dünya şey vardır da elenir, esası marjinal olan belirlermiş gibi. Yaş aralığı yirmiden otuza uzanıyor, geçtiğimiz yüzyılın son zamanları, Avrupa’nın en batısında küçük bir kasabaya sıkışmış ejderhalar sık sık gökyüzüne uçuyorlar, düşmemek için daha fazlasına ihtiyaçları var, daha fazlası hep bir diğerinde olduğu için kopamıyorlar biraz da. Yoksa nedir, evdeki eşyaları götürüp satarlar, birinin ninesinden kalan mirasa çöküp yemeye çalışırlar, marketlerden içki aşırırlar, muhtelif. Griffiths o dönemin fotoğrafını şöyle geniş geniş çekiyor, misal hırsızlık yapılacak, anonslara gizlenmiş kodlara göre hareket eden karakterimiz diğer hırsızları fark edince kimin hacamat edileceğini merak eder, kod verildiği zaman çoktan marketten çıkıp yola koyulmuş, “hücre”de bekleyenlere doğru uçmaktadır, bir başkası camı çerçeveyi indirip alabildiği kadar içki alır, cila niyetine votkayı unuttuğu zaman geri dönüp onu da alır, bir başkası çocukluğunda biriktirdiği yabancı ülkelerin paralarını okutur, biri dedesinin madalyalarını satar ama bunlar başlı başına bir olay gibi verilmez, anlatının merkezini oluşturmaz yani, birkaç ayın akışında ortaya çıkan eylemlerdir sadece. Sonundan başlıyor anlatı, Paul sevgilisi Sioned’i kemiklerini kırasıya dövdükten, Malcolm’a aynı muamelede bulunmak üzere mekana girince adamın arazi olduğunu anladıktan sonrası yok, yazık olduğu söylenen Roger’ın başına ne iş geldiğini de yüzlerce sayfa sonra öğreneceğiz, gerçi zamanın çember oluşturduğuyla ilgili bir muhabbet de geçiyordu aralarında sanırım, anlatılan zamanın kurgusu öyledir. O kadar zırvanın arasında o kadar önemli şeyler söylerler ki sıradanın arasında kaybolur gider, televizyonda gençliğin uyuşturucu batağına batmasını gençlere yıkan moruklara söyledikleri müthiş, İngilizlerin dangalaklıklarına dair eleştiriler on numara, sanki ne kadar batarlarsa o kadar parlıyorlar. Tam trip, şarkılar söylüyorlar, şiirler okuyorlar, okudukları kitaplardan çekip çıkardıklarıyla süslüyorlar sohbetleri, arada sırada ölümün kıyısından döndükleri oluyor da hastaneden çıkar çıkmaz yine başlıyorlar takılmaya. Özet niteliğinde bir bölüm var, olduğu gibi alayım: “Bal gibi bu kadar basit, cidden – Galler kendi kendini yönetse Galliler farklı olurdu – kendilerine daha fazla güvenirlerdi – daha kaygısız olurlardı – kendilerini yiyip bitirmeye ve iç çatışmalara daha az eğilim duyarlardı – bu kadar basit – ve bu kadar karmaşık – aynı zamanda. Harbiden oğlum. İşte bu yüzden burası – Aberystwyth yani, Galler’in bu batı bölgesi – çuvallayan herkesi kendine çekiyor – görünüşte hani, insanlar paçayı sıyırmak için buraya geliyorlar – veya söyledikleri bu – ama aslında el altından falan yaptıkları içine tükürmek – içlerindeki keşmekeşi dışa vurmak – burası o ülke bu ülke demeden herkesi davet ediyor – Avrupa’nın rüzgârlı batı kıyısındaki bu ufacık kasaba – dağlar ve denizin arasına sıkışmış bu yer – bu küçük ıstırap çekenler ve deliler kolonisi.” (s. 524)
Başka nereden tutmalı, ara bölümlerdeki serüvenler birlikte yaşama, dayanışma pratikleriyle dolu, kır evine giderlerken kriz geçirip karların arasında debelenenleri kurtarmacaların yanında kız arkadaşını dövenlere ayar çekmeler, Galler’in kupa maçlarını yorumlamalar, hayatın her ânından sahneler, kısacası kayıp kuşağın yapıp ettikleri desem çok kısa olacak, biçime de bakmalı. Alıntıda kesik düşünceler var, güzel kafanın fırtınası, o noktadan sonra sızıyorlar zaten. Griffiths anlatıcılarını o anki hallerine göre kuruyor, ayık kafayla dolaştıkları pek görülmediği için yarım düşünceler yoğunlukta olsa da düşüşün getirdiği yıkım, yükselişin coşkusu üsluba direkt yansıyor. Cinsellikle ilgili bölümler şahane, anal seksin zevkinden eşcinsel ilişkilerin yasak arzusuna pek çok açıdan inceleniyor mevzu. Anlaşıldığı kadarıyla eşcinsellik tabu özelliğini korusa da karakterlerin deneyimleri var bu konuda, kadınların ilişkileri erkeklerin dikkatini çekerken erkeklerin teşebbüsü yok ama geçmişlerinde yaşadıkları anlar var, heyecan verici, hiç dile getirilmemesi homofobiden çekinildiği için. Roger’ın ne yapacağı da belli olmaz, kendisiyle ilgili ofansif bir espriye kahkaha atıp beş saat geçtikten sonra espri yapanın kafasında dolu şişe patlatıp adamın ağzından kulağından kan getirebiliyor, tam kaos. İlişkiler belli bir düzleme oturmuşsa da her an değişebilir, güvensizlik hissedilebilirken samimiyet de ortada, çelişkili ilişkiler. Sınırlar var yine de, sınırların yıkılışı da var, torbacısının gösterdiği ilgiden yılan kadın haykıracak, adamı dövecek noktaya gelirken sonlara doğru on papel için leş gibi adamlarla yatmaya başlıyor, Malcolm her zaman hoşlandığı o kadının evine gittiğinde kadının kendinden geçtiğini görüyor, iğne izleri, kanlı pamuklar ve kaşık her şeyi anlatıyor, eşik aşılmıştır artık, altın vuruşa kadar gidilecektir. Vedalaşma yok, Paul deli gibi arıyor Malcolm’u, kaçma zamanı. Keyfine kaçan da var, Amerika’ya giden adamlardan birinin veda partisinden dönüş yolculuğuna atlıyoruz hemen, memleketine dönen adam nihayet evine vardığını hissediyor ama iki yıldan sonra ayak uyduramayacağını hissediyor artık, tayfa biraz daha batmış durumda ki daha fazlasını hayal edemezdi adam, Amerika’ya dönme fikrinin rahatlık vereceği noktaya pek çabuk geliyor. Tansiyon iyice yükseliyor artık, evi polis basıyor, kira ödemelerini geciktirdikleri için evden atılacaklar, zaten kira parasını toplamaları mümkün değil çünkü ne bulurlarsa ota boka yatırıyorlar, kafalarının içi en güzel evleri. Griffith her birine ayrı bir ses de vermiş, anlatım biçimlerini sallamış teker teker, şahane.
Son olarak çeviriye değineceğim çünkü o ne, yani “doğru” çeviri her zaman doğru olmayabiliyor ki sözcüğün anlamından ziyade karakterlerin kastettikleri daha önemli zannediyorum. Çevirmen Ahmet Aybars Çağlayan not düşmüş, metnin orijinal dilinde uyuşturucu/uyarıcı ayrımı yapılmadığını, uyarıcılara uyuşturucu denmesinin yanlış olduğunu, dolayısıyla “çeşitli amaçlarla kullanılan kimyasal madde” tanımından hareketle “ecza” kelimesini kullandığını söylüyor da abi, “ecza” diyen kimseyi duymadım ben ya. “Ecza alalım hadi!” Böyle bir şey yok, jargonda onun birden fazla karşılığı var, yapıştır birini. “Am suyu” iyi, “bızık” iyi ama kafanın taşşaklığı yok, neden? O dünyaya biraz aşina birinin yapacağı çeviri çok başka olurdu muhtemelen, metin boyunca eksikliğini çektim doğru karşılıkların. “Fıs çıkmak” yok mesela, nasıl olmaz, ki fıs çıkan mamullerden çok çekiyorlar. Narkotiklik olmayayım da çok zengin bir sözcük haznesi var o dünyanın, daha iyi tercihler yapılabilirmiş. Diyorum ve Galler’e veda etmiyorum, bir müddet daha benimle birlikte yaşayacak bu elemanlar. Yirmili yaşlarımın başını özledim.
Ek: Metnin orijinal adı Grits, jeolojik bir zımbırtının karşılığı, Galler’in toprağıyla karakterler arasında bağ bu. Galler’in Ruhu Ejderha mı? Bilemiyorum.
Cevap yaz