Ömer F. Oyal – Gemide Yer Yok

Marslı. Mekan dar, zaman dar, adamımız sıkıştığı yerde ölmemek için çabalıyor. Patates yetiştirecek, uygun koşulları sağlamak için kablolar, toprak niyetine bir şey, sıcaklık, bilmem ne. Oksijenden tasarruf etmek için bir dünya zımbırtı, matematik hesapları da var diye hatırlıyorum, yani tekniğe boğulmuş bir hikâyeyi okutan ne olabilir diye düşününce hiperaktif bir zihnin zıplamaları yeterli sanıyorum. Anlatıcının sorun çözerkenki heyecanı, dâhi diyebileceğimiz karakterin pes etmemek için milyonlarca kilometre ötedeki Dünya’yla bağından moral devşirmesi okuru da pes ettirmiyor ki pes eden çok, beğenmeyenlerin neden beğenmedikleri makul. Yine de iyi, okunur.

Oyal’ın anlatıcısında bu nitelikler yok, donukluk ayrı.

Sütçü. Üslubundan ötürü sıkıntıdan patlayanları gördüm, gördükçe yazarın sadece sıkışa yer vermediğini düşünüp ustalığı teslim ettim çünkü İrlanda’nın kaotik ortamında elbet sıkıntı ve küçücük yaşamlar yaygındı, insanlar sokağa çıkmaktan çekinip sütçülerden korkuyorlardı, sütçüler kısa süre sonra kapıya gelmekle yetinmeyip içeri girmeye yeltenecek ölüm demekti çünkü. Ne ki sırf bundan ibaret değildi anlatı, esas kızın sevgilisi ve arkadaşları vardı, musallat olan teresin yanında aile, mahalle, kent vardı, daralmayla genişleme iç içe geçmişti, zıddına yer vermeyen bir anlatım tekniği yoktu.

Oyal’ın yarattığı atmosfer zihinsel anlamda dumura uğramış karakterin bilincinden taşamıyor, karakterin kurmak zorunda kaldığı hiçbir ilişki karmaşayla mahvolmuş dünyanın karanlığını biraz daha aydınlatıp anlatı uzamını genişletmiyor. Şöyle, belli ki tam bir failed state mevzusu var, dışarıda kan gövdeyi götürüyor, apartmanlara sığınmış insanlar durumun bir an önce normalleşmesini bekliyorlar ama elektrik gidip geliyor, doğalgaz yok, kaynaklar kısıtlı, dolayısıyla dehşet kol geziyor ama gezmiyor, anlatıcımız çok ağır ilaçların etkisi altında sanki. “Katatonik anlatım” diyeceğim buna, ne o dehşetin yüzlerine yer var ne de anlatıcının yaşadığı sıkıntıların psikolojik zenginliğine. Mesela evdeki bütün fotoğrafları, belgeleri tarayıcıdan geçirip depolamaya çalışıyor anlatıcı, fotoğrafların uyandırdığı geçmiş ancak o ânla kıyasından doğan cılız bir varlığa sahip. Medeniyet yavaş yavaş çökerken ailenin bir anlamı olmalı, varsa derinleşmeli, anlatıcı sadece yüzeysel çıkarımlarla yetiniyor. “Taşınabilir, korunabilir bir geçmiş, sırt çantasında yerini kolaylıkla alacak. Geçmiş yaklaşan yıkıma, yıkımın öngörülebilir hasarına rağmen kurtarılmaya en yakın formda bir arada toplanıp sıkıştırılacak. Hafifleyecek. Kolayca taşınarak hemen her yerde yeniden kendini sunacak, istenilen yerde emre amade kılınacak, kayıpları en aza indirerek annelerin, onların annelerinin geçmişini, not defterlerimi muhafaza edecek.” (s. 16) Geçmişle dert bir bu, anlatıcı analitik zekâsını fena konuşturup vecizeler sıralıyor da neden robot taklidi yapıyor, onu bilemiyorum. Oraya da geleyim.

Kirlihanımlar. Semra Topal’ın bu metnini anlatımından ötürü eleştirmiştim, tansiyonun yükseldiği anlarda aralara spektaküler düşüncelerini sıkıştıran karakterin işi neçe anlatımdır, olayın, hikâyenin veya karakterin dan diye çözümlenmesi ne akıldır diye parlarken bir şey oluveriyordu, karakterlerin çalıştığı otelin kodamanları BDSM eylemlerle hikâyeyi bombastik bir yere fırlatıveriyorlardı örneğin, kuruluğu olay örgüsü kapayıveriyordu zaman zaman. Şu da var, anlatıcının düşünceleri tahlilin ötesine de uzanıyor, anlatılanın sınırlarında kalmıyordu, yani anlam nesi, “hinterlandı” genişletiliyor, sadece üfürmek için üfürülmüyordu onca söz. Piyasada silah var diyelim, silahın yapıp yapamayacaklarından yola çıkarak çağrışım alanları da yoklanıyordu, metin iyi kötü zenginleşiyordu.

Oyal’ın anlatıcısının söylediklerini ziplesek roman novellaya dönüşür, yoğunlaşır, sabrı daha az zorlamanın ötesinde has formunu bulurdu sanıyorum. Defalarca tekrarlanan fikirlere bir bakayım, öncelikle dışarıdaki çatışmaların yarattığı bir güven var, içerinin güveni, içeride olanın yaşamak için bir sebebi var ki bizim elemanın fotoğrafları taramasıdır bu. Çatışmalar çıkmadan önce eşinin ve oğlunun adama bir türlü inanmamaları, durumun daha da kötüye gideceğine ikna olmamaları yine mükerrer, işin kötüsü her kez ayrı bir derinlikle, hikâyenin veya karakterlerin ayrı bir yanıyla, yönüyle gelmiyor, aynı düzlemde süren bir açımlama boğuyor resmen. Giderek şiddetlenen telefon konuşmalarının ardından anlatıcının bir türlü yola çıkıp ailesinin yanına gitmeyişini daha en başta gerekçelendiriyoruz zaten, içerinin güveni tamam, anlatıcının evine çöken aile de tamam, yani Buzzati havası o eve yerleşmiş, Kafka da karanlığıyla belirmiş köşelerden birinde ama onlar açarlar, Buzzati karakterlerinin kısılı kalmalarını sosyal kürenin içinde gösterir, Kafka karanlığını da en az karakteri kadar sunar. Oyal’ın anlatıcısıysa kabız, kısır zihnini sunar anca, baştan sona birkaç çatışmayla, uyum sağlama çabalarıyla, vecizelerle ve Nuh’un gemisiyle doludur anlatı, roman da buradan alıyor adını zaten. Aslında şu zihin yapısından böyle bir kıyasın pırtlaması bile aşırı, anlatıcının işine gücüne, bilişsel yetilerine dair pek bir şey bilmiyoruz, gündelik yaşamdaki devinimleri haricinde durum çözümlemeleri var bir, bu yoklukta anlatıcının Nuh’u derinlemesine öğrendiğine nasıl varalım bilmem. Geçmişle ilgili onca herzeyi bu kadar donuk bir dünyanın neresine yerleştirelim, akışa hiçbir şekilde ilişmeyen düşünce parçalarını patlayan silahlarla nasıl uyuşturalım hiç bilmem, hasılı bu romanın ayakları yere bir an olsun basmadığı için yarattığı sıkıntı anlaşılabilir. Özetleyip bitireceğim, yazısından da sıkıldım.

İşte, kıyamet kopuyor dışarıda, ülke cortlamış, silahlı gruplar çatışıyor, elektrik gidip geliyor, yiyecek azalıyor, bir de evi işgal ediliyor anlatıcının. Gerçi aşırı pasif olduğu için ses çıkarmadığını da söyleyebiliriz, evine aldığı yaşlı kadının kızı ve torunları geliyor önce, sonra damat geliyor derken evi adım adım ele geçiriyorlar. Burada bir sıkıntı bekliyoruz, hani ustaların metinlerinde yarattığı sıkıntılara benzer bir sıkıntı ama yok, neden, anlatıcı o kadar bön ki zaten şikayet etmiyormuş gibi duruyor, işgalci aile de tepki görmediği için sınırlarını genişletmeye teşne, eh, aslında son derece doğal bir olayı gözlemliyoruz, gerilim bir an olsun artmıyor. Mesela ailenin küçük çocuğunun kafasına silah dayıyor anlatıcı, tetiği çekse de çekmese de aynı duygu çıkardı açığa, öylesi bir boşluk var hikâyede. Ne olacak, adamımız zaten gitmeye meyilli değildi, damat sokakta bıçaklanıp öldürüldükten sonra yaşlı kadının kızına yanaşıyor, sonra ailenin bir parçası haline gelip kalıyor elbette, kaleyi ve çölü terk etmekten vazgeçen genç dostumuzun bir benzeri. Olsaydı keşke, belki koca romanda biraz olsun akılda kalıcı bir şey yapardı, sokağa çıkıp ilaç aradığı zaman duyduğu korkuyu “gerçekten” duyardı, hasta olan büyük oğlan için kemik suyu ararken öldürüp bacaklarını kestiği köpeğin doğurduğu duyguyu aktarabilirdi, tabii bir duygu doğmuşsa. Hani reseptörleri arızalı, zihin yapısı dengesiz bir karakterle mi karşı karşıyayım diye düşündüm, sonra metnin gerçekten ziplenmeye ihtiyacı olduğuna kanaat getirdim çünkü getiririm ben öyle. Bernhard oyunları da var diyeceğim ama çok kötü yahu, Bernhard düşünceden harekete savurmuyor anlatıyı yani, ikisini eriyik halde tutarak sarıyor da sarıyor, genişlettikçe genişletiyor ama şöylelerine bol bol yer vermiyor, verse bile yediriyor sıklıkla: “Çocukluğun bir cennet olduğu bütünüyle yalan. Çocukluk bir hapishanedir. Ancak mızıldanmalarla, ağlamakla, surat asarak ve utanmazca yalanlarla direnmeye çalıştığımız bir hapishane.” (s. 35) Şunu yemem için metne topyekun ikna olmam gerekir de ötesi berisi de bundan hallice, şık bağlar yok, dümdüz anlatımın vasatlığı dışında hiçbir şey yok zaten. Açıkçası uzun bir süre Oyal okumam artık, diğer kitaplarını almıştım ama dursun öyle.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!