George Orwell – Kitaplar ve Sigaralar

Kitabın pahalı olup olmadığını başka metayla ölçmek pek sağlıklı değil, birçok gerekçe sayabilirim ama sigarayı diyeceğim çünkü Orwell’ın mantığı. Sigarada standart tutturulmuştur, kitap konusunda böyle bir şeyden bahsedilemez, hani her metin Bolaño’nunkiler ayarında olsa tamam zira bence iyi bir tütün iyi bir Bolaño metni ayarındadır ama iyi tütün çok pahalıdır, bu durumda Bolaño metni görece daha ucuza gelebilir ama kıyasla her türlü çok pahalı olacağına göre Bolaño metni, sigara ondan daha pahalıysa hangisi daha Bolaño metni veya sigaradır? Orwell hesap kitap yapıyor, ödünç verdiklerinden hediyelere kadar her şey yılda yirmi küsur papel tutuyor, içtiği tütün kırk papel, o zaman sigaraya verdiği paradan daha azını kitaba harcıyor, kitaplar ucuz, nokta. İşçilere çakarak anlatıyor bunu, gazetede çalışan bir arkadaşının fabrika işçileriyle muhabbetinden edindiği bilgiye göre gazetenin kitap ekini okumuyormuş işçiler çünkü ekte yer alan kitaplar pahalıymış, oysa işçiler bir günlük geziye yüzlerce sterlin harcayan adamlarmış. O zaman az gezsinlermiş de kitap mı alsalarmış? Yani terazinin kefelerine konanlar zaten aynı yoğunlukta değil, parmağı kitabın kefesine koyunca denge iyice bozuluyor, hani grafiklere falan bakmadım ama on yıllık enflasyon farkı falan da hesaplanmamış, hasılı Orwell’a katılamıyorum. Gerçi bahsetmiş enflasyondan: “Tabii, artık kitap fiyatları da dahil bütün fiyatlar enflasyonla arttı; ancak okumanın maliyeti, kitapları ödünç almak yerine satın alsanız ve çok sayıda dergiye abone olsanız bile tütün ve içki içmenin toplam maliyetini aşmaz.” (s. 11) Kitapları ödünç almak için harcadığımız kaynak satın almak için harcanandan daha fazla olabilir, gerçi ben kendi adıma konuşuyorum, benim durum biraz değişik. Günde aşağı yukarı üç yüz sayfa okuyorum diyelim, ödünç al ödünç ver derken ohoo, büyük kayıp ki baskısı olmayan kitapları ne yapayım. Satın almak daha makul, bu durumda da kallavi paralar ödemek zorundayım, sırf bugün dört bin papel gitti iki kalemde. Sigarayla tokuşturayım, yüz birim harcıyorum mesela kitapla sigaraya, kitap bir günde biterken sigara dört gün gidiyor. Çok uzadı, Orwell’le mutabık olduğumuz nokta okumanın en ucuz eğlence türü olması. İngiltere’de okuma oranı çok düşük, köpeklere, sinemaya, pub’a gitmek daha heyecan verici olduğu için insanlar okumamayı tercih ediyorlar, normal. Kıyas dengesizliği bu örnekte de var, geçelim, 1946’da durum bu. Hâlâ durum bu, okumak ciddi bir zihin emeği istediği, kimse yorucu bir günden sonra bir de kafasını -görece haklı olarak- yormak istemediği için okunmuyor, bizimki gibi ülkelerde zaten hiç okunmuyor, okuyan da okumuyor çünkü anlak kıt, ne anlıyorsa.

“Kitapçı Anıları” diye bir yazı var, matrak. Orwell sahafta çalışırken gözlemlemiş, o kadar ilginç kitap varken müşterilerin yüzde onu bile iyi kitabı kötüsünden ayırt edemiyormuş. “İlk baskı züppeleri, edebiyat sevdalılarından daha fazlaydı ama ucuz ders kitapları için pazarlık yapan doğulu öğrenciler onlardan da çok tu; yine de en çok yeğenleri için doğum günü hediyesi arayan kafası karışık kadınlar geliyordu.” (s. 13) Yatalak biri için kitap isteyenler, kırk yıl önce okuduğu kırmızı kapaklı kitabı arayanlar, türlü insan. İçeriği hatırlamıyor, yazarı hatırlamıyor, kırmızı kapaklı kitap. “Hani bi’ şarkı vardı, nan na nan naa diye bir şeydi” çetesi. Gerçi içerik var bunda, o da bir şey. İki çeşit insandan yıldığını söylüyor Orwell, ilki boktan kitapları okutmaya çalışanlar. Bir yerden bulup getiriyorlar, üç beş kuruş paraya burun kıvırıp gidiyorlar ama üç beş kuruş fazla bile o kitaplara, adam kiloyla satsa daha iyi. Bunun dışında yığınla kitap ısmarlayıp bir daha uğramayanlar. Utanarak söylüyorum, bir kez yaptım, Kırmızı Kedi’de aradığım bir kitabı bulamayınca getirebileceklerini söylediler, “kitap geldi” diye mesaj da attılar galiba da gidip almamıştım ama yığınla kitap isteyip de almadığım hiç olmadı, değişik bir tür bu. Başkaları da var: “Londra gibi bir şehirde sokaklarda gezinen yığınla raporlu deli vardır ve bu deliler kitapçıların çekimine kapılma eğilimdedirler; çünkü kitapçılar hiç para harcamadan uzun süre oyalanabileceğiniz az sayıda yerden biridir.” (s. 14) “Eğilimdedirler”, aynen öyle. Ek iş yapmadan döndüremiyorlarmış dükkânı, pul satıyorlar, altı penilik yıldız falları, bir sürü şey. Çocuk kitapları çok satılıyormuş ama eski olanlar. Ödünç kitap veren kütüphane de iyi fikir, iki peniye ödünç kitap, tam hırsızlar için. Ayda bir düzine kitap uçarmış, yine de gelen para sübvanse ediyormuş. En çok satılan kitaplar çerezlik, Hemingway, Walpole falan değil de o günün popüler yazarlarının kitapları, klasikleri gören, “Bu eski!” deyip uzaklaşıyormuş. Amerikan kitapları rağbet görmüyormuş, öykü tutmamış çünkü o kadar ismi akılda tutmak zormuş, az karakterli romanlar iyi satıyormuş. İş güzel ama bıkmış Orwell, kitaplar hakkında yalan söylemekten ve kitapların tozunu sürekli almaktan. “Bugünlerde sadece okumak istediğim ama ödünç alamadığım kitapları satın alıyorum arada sırada, ama kesinlikle değersiz şeyler almıyorum. Eskiyen kağıdın o tatlı kokusu artık beni cezbetmiyor. Bu koku zihnimde paranoyak müşteriler ve ölü kurt sinekleriyle fazlasıyla bütünleşmiş durumda.” (s. 19) Eleştirmenlikle ilgili yine dalgalı bir yazı var, ne kadar zor bir iş olduğunu takdir ediyor Orwell, dandik eleştirmenlere laf ediyor, kalpkalpkalp tayfasını gömüyor, güzel.

“Yazının Korunması” kitaptaki en ciddi yazı olsa gerek, sansür meselesi üzerinden SSCB eleştirisine varan düşüncenin odağında totalitarizm savunucularıyla bürokrasinin öğütücü işleyişi var. “Burada ele aldığım konu, özgürlüğün bir yanılsama olduğu ya da totaliter ülkelerde demokratik ülkelerdekinden daha fazla özgürlük olduğu gibi iddialar değil, daha makul ve dolayısıyla daha tehlikeli bir mesele olan ve özgürlüğün sakıncalı bir şey, entelektüel dürüstlüğünse topluma zarar veren bir tür bencillik olduğu iddiası.” (s. 29) Kısa süre önce özgürlüğü savunanlar muhafazakârlara, katoliklere ve faşistlere karşı seslerini yükseltirken 1946’da komünistlere karşı yükseltiyorlar, Orwell dönemin siyasi gelişmelerinden örnekler vererek hakikati söyleyenlerin ciddi baskılarla boğuştuğunu belirtiyor. Çok tartışıldı mevzu, yine ele alınmış, hani “millî bilim” diye bizde de bir zırva dolanmış 12 Eylül’den az sonra, o: bilimsel çalışmalar mevcut iktidarın ideolojisi ışığında sürdürülecek, gerekirse sürdürülmeyecek, politikacılardan işçilere kim varsa yapılanları koşulsuz kabul edecek, kısacası şizofren bir toplum oluşacak Orwell’a göre. Lirik bir şair bu ortamda istediği gibi kalem oynatabilir ama kolektiviteye pek açık düzyazı şanssız, totalitarizm karışacak, kimin ne yazması gerektiğini söyleyecek, bu fikir üzerinden Ehrenburg ve Alexi Tolstoy’a “yancı” diyor Orwell. 1984‘ün basılmasından iki yıl önce yayımlanan bu yazıyla kurmaca arasındaki paralellikleri görebiliriz: “Kitaplar büyük ölçüde bürokratlar tarafından planlanacak ve o kadar çok elden geçecekler ki, bittiklerinde Ford marka bir otomobilin montaj sürecinin sonunda olduğundan daha bireysel ürünler olmayacaklar.” (s. 41) Bürokratsız kısmı öykü atölyelerine cuk oturtabiliriz, ayrıca Demirtaş Ceyhun’un Stalin’i akladığı yazısını hatırladım ansızın, hani Jdanov kendi kafasına göre iş yapmıştır da Stalin’in haberi yoktur veya engelleyememiştir mevzuyu, yoksa aşırı süper metinleri seven Stalin neden yasaklasın rejime uymayan metinleri? Falan.

Yahşi kitap.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!