Anlatıcı uykudan önce annesini bekler, bilmediği bir yere gitmeden önce son bir tanıdık yüz, bir kucak. Mahrumdur, misafirlerin gideceği yoksa sarılamaz, uykuyu korkuyu bekler gibi bekler, anne her gece gelmez artık, yokluktur. Bağlanma biçim değiştirecektir, çocuk büyüdükçe annesine mektuplar yazmaya başlar, kurmacaya dair görüşlerini dahi ilişkilerine dayanarak kurar. Yazar farklı bir personayla yazar, toplum nezdindeki personasından kurtulur. İddia budur, peki Proust böyle mi yazar? Yakalamak istediğinin peşinde bir başkasıdır artık, metninde anlatıcının adı sadece iki yerde “Marcel” olarak geçer ama son metinlerini düzeltemeden öldüğünü biliyoruz, muhtemelen o izleri de kaldıracaktı. Didem Nur Öngören’in yazdığı nitelikli önsözde “özneden özneye aktarım” bahsi geçer, Proust dünyayla ilişkisini kendini bir anlamda soyutlayarak, dünyadan silerek yine kendinde kurmaya çalışır yani, bununla uğraşırken başkalarının gözündeki kimliğini de düşünür, bu yüzden kusursuz bir gözlemciye dönüşmüştür. “Ne kadar iyi görülürsen o kadar iyi görürsün” düsturunu Bret Easton Ellis’ten alıp Proust’a ekleyebiliriz, bütün bir yaşamsal deneyimi elde etmek için var olmuştur adeta Proust, kimliğini inşa etmiştir ama kurmacanın eleğinden geçen edim insanları değiştirir, anneyi dahi değiştirmek zorundadır, hele anne oğlunun yazar olması konusunda gönülsüzse. Babadan Katolik Proust’un Yahudiliği, eşcinselliği, varlığına dair tüm ögeleri anneyle kurulan ilişki bağlamında incelenebilir ki Schneider denemeye yaklaşan incelemesinde Proust’un hemen hemen bütün metinlerini inceleyip anneyle oğulun dönüştürücü, zaman zaman yıkıcı yakınlığını farklı açılardan ele almış, şahane bir eser çıkarmış ortaya. Metnin özetini sunan şu cümleler Güngören’in: “Başkası, ama asıl ondan önce Anne, Proust için cehennemdir. Oğlunun eşcinselliğini dışlar, yazarlığını yasaklar; ‘yavru kurdu’ yanından ayrılsın istemez. İşte, başkalığın kavram olarak kurucusu olan, yokluğunda benliğin olmayacağı ama kopulamayan, geride bırakılamayan, bu yüzden kendiliğin inşasının önündeki önemli engel olarak Anne. Ancak annenin kaybıyla yazar olur Proust, annenin yokluğunda benliğinin yönelimi tamamlanır.” (s. 30) Schneider annelerin eskiden sık sık karalar bağladıklarından bahsederek başlıyor, arkasından ağlanacak bir ölü, geri dönmeyecek bir sevgili, bir şey vardır ve anneler ağlar, çocuk için travmatiktir bu, bir zaman sonra gülüşlerin gelmesi de öyledir, ansızın güzelleşiveren anneler çocuklarının gözünde kaç defa kimlik değiştirirler acaba? Yabancıdır anne, tanının sabitliğini sağlamak pek kolay değildir, Proust annesini kaybettikten sonra yabancılığı aşmak için yazmıştır biraz da. Hazlar ve Günler‘de annenin yitimine ve babanın yarattığı huzursuzluğa dair çok veri vardır, Madame Santeuil oğlunun kadınsı davranışlar kazanmaması için tüm sevgisini göstermek ister, babaysa mesafeyi koruyarak oğluna konumunu hatırlatmak ister adeta. Kayıp Zamanın İzinde‘nin taslaklarında annenin oğlu öptüğü sahnenin dört farklı versiyonu var, roman bu sahneyle açılıyor, kaybolanın kabulü için kaybı tekrar yaşamak. Yas hep uzar, sağalma hiçbir zaman gerçekleşmez, yüzlerce sayfaya dönüşür. Proust hasta yatağında son noktayı koyduğunda nihayet ölebileceğini düşünür, metnini tamamlamasıyla birlikte yaşamını da tamamlamıştır, elde ettiğiyle birlikte yok olabilir.
Alfred Agostinelli’nin kaza geçirip öldüğü gün Albertine de ölür, çiçek açmış genç kızlar aslında Proust’un kalbini güpleten genç oğlanlardır, Bergotte Proust’un tanıdığı bir yazardır, her şey başka bir şeyin görüngüsüdür, Dreyfus konusunda aristokratların yüzeysel yorumlarından başka pek az bilgi vardır, anlatıcı babasından birkaç yerde bahseder sadece. Yaşlılık bütün bu değişimleri kurmacaya yerleştirecek cesareti verir Proust’a, bu kadarını yapar en azından. Sainte-Beuve’e karşı çıktığında annesinin rızasını almak isteyen genç adam hâlâ vaktinin olup olmadığını, ölüme giderek yaklaşırken neleri yazabileceğini düşünür, Mehmet Rifat’ın Proust üzerine yazdığı metinlerde değindiği gibi upuzun, girift, sonu gelmeyecek gibi görünen cümleler gerçeğin bir anlamda kamuflajıdır, “parataksik çarpıtma” desem aşırı yorumlar mıyım bilemiyorum ama şeyleri olduğu gibi görmek istemeyen Proust suyun ışığı kırması gibi yaşamı kurmacada kırar, değiştirir. Anatole France bir gün yaşamın fazla kısa, Proust’unsa fazla uzun olduğunu söylemiş, sanatın uzun ve yaşamın kısa olmasıyla birdir bu, özellikle Proust gibi yakalamaya çalıştığını kaybetme ihtimaliyle kışkıran bir yazar söz konusuysa. Otuz dört yaşında ailesinin yanından ayrıldı, o yaşına kadar çocuk kaldıktan sonra da pek büyüdüğü söylenemez. Babasının ölümünden sonra aile tablosunda kardeşi Robert de ara sıra görünür, Proust’un hastalığıyla ilgilenir çünkü o da babası gibi pratiktir, çözüm odaklıdır, anneden ayrışmıştır. Marcel’in annesi sadece Marcel’in annesidir, oğlunun roman yazmak istediğini öğrenince yarayı açar hemen, Marcel’e mastürbasyon ve yazmakla ilgili hiçbir şey bilmek istemediğini söyler. Yaşamını saçıp savuracaktır Marcel, tozlarını saçan çiçekler gibi her yana dağılacaktır, bu yüzden mastürbasyonla yazmayı bir tutan anne Marcel’in istencinin önünde bir engel olarak dikilmeye başlar. Marcel’in yaşamını kasten bulandırmaya da çalışır, örneğin oğlundan dışkısını betimlemesini ister, bir beyefendinin bağırsaklarına her zaman iyi bakması gerektiğini söyler. Oğlanın yazma arzusunun hedefini değiştirmeye çalışır, eşcinsellik bile o kadar kötü değildir ki oğlanın arzusu kendisinden başka yöne çevrilsin diye erkeklere dair taktikler verdiği, hatta erkeklere gönderilecek mektuplarda ne yazılması gerektiğini söylediği bile olmuştur. Otuz yedi yaşına kadar birkaç düzyazı, deneme, gazetelerde birkaç makale yayımlamış Marcel o güne kadar tatmin edici hiçbir şey yazmamıştır, annesini çiğneyip geçmek zorunda kalacağını anlayınca çektiği acıyı metninde bulabiliriz. Anlatıcı annesiyle birlikte eve dönüş yolculuğuna çıkacaktır ama gezmek istediği bir müzeyi ziyaret ederek kadının bir başına yolculuk etmesine razı olduğunu gösterir, intikamdır bu. “Zarif anneciğim” oğlunu hep dört yaşındaymış gibi gördüğü için Marcel de çocukların yaptığını yapar, anne ortalıkta olmadığı zaman yapacağını yapar veya yazacağını yazar demeliyiz, yaklaşık üç bin sayfa. Proust romanının yaşamına ilişkin anahtar işlevi görecek noktalar içermediğini defalarca söylemiş ama son yıllarındaki hizmetçisi Proust’un anahtarlarını sürekli kaybettiğini belirtmiş, matrak. Karakterler kendi yaşamındandır, kendindendir hatta, yansımalarıyla birleşmiş ötekidir. “Şöyle özetlenebilir: Kendisi Yahudi bir annenin eşcinsel oğludur, ama yazar olmak için, bu kimliklerle arasına mesafe koyması gerektiğini bilir.” (s. 83) Kendisini kişiliklere böler ve Marcel’i olabildiğince dağıtmaya çalışır, mekânları uzun uzun anlatır, sosyetenin toplandığı davetleri upuzun bölümler boyunca anlatır, yakalamak istediği zamanı erek sanki annenin varlığını belirtmek değilmiş gibi farklı yönlere açtıkça açar. Swann ve Odette arasındaki ilişkide farklı entelektüel düzlemlerin tutku yoluyla denk düşebileceğini gösterir ki Swann’ın ömrünün sonuna doğru tutkusundan kurtulması yine anneyi çağrıştırabilir. Saint-Loup iyi bir dosttur, Charlus eşcinselliğinin ayyuka çıkmasıyla toplumsal statüsünü yitirmeye yaklaşır, aslında her karakter Proust’un duygularını kodlar. Schneider’e göre bu ayrımlar sadece yazar kimliğinin öne çıkmasını sağlamak içindir, Proust eşcinsel bir yazar veya Yahudi bir yazar değildir, yazardır sadece, diğer nitelikleri bölüştürülmüştür.
Proust’un Freud’u hiç okumadığı söyleniyor, annesinin eşcinselliğine ses çıkarmamasının anlamını hiç düşünmüş müdür acaba? Annelere göre eşcinsellik bir cinsellik türü değil de çocuksu bir oyunsa, tehlike bir tek kadınlardan gelebilecekse annesiyle ilişkisinin bozulmaması için elinden geleni yapan Proust bütün yaşamını annesinin arzularına göre kurmuş, metinlerini sırf annesinin rızasıyla yazmış demektir, son eseri hariç. Schneider bununla birlikte pek çok meseleye değiniyor, Proust’la ve metinlerle ilgili ilginç bilgiler veriyor. Keyifle okunan bir metin, psikanalize ilgi duyanlar ve Proust’u sevenler için tam.
Cevap yaz