Muhtelif meseleler, insanların ensesine barkod çakmaktan yaratıcı yazarlığa pek çok mevzu. Edebiyatla ilgisiz olan denemelere bakıyorum ilk, 70’lerde İzmir’de yaşanan bir olay. Çocuk tuvaletini yapacak, şoför çocuğun annesini tersliyor, yolculardan biri şoföre çıkışarak otobüsü durdurtuyor ve aşağı inen adama çakıyor bir tane. Boksörmüş, Eşrefpaşalı Ali Melek. Öyküsü yazılır. Karate marate bilmenin faydalarına geliyor sıra, zamanında Uzak Doğu sinemasının Hollywood’a sıçramasıyla birlikte dünyaya yayılan vurdulu kırdılı filmlerin bizdeki yansıması spor salonlarıydı malum, o dalgaya kapılan abim de bir ara çocukken salona gidip iki huayt yedikten sonra sarı kuşakta bırakmış, öğrenirken birilerini sürekli döveceğini düşünmüş çünkü. Şimdi dövüş filmi izlerken “Lan uki goşi, kansetsu kaza yap lan!” diye bağırır ara sıra, karate hareketleriymiş bunlar galiba. Türkçesi depik, şamar, künde falan olsa gerek. Neyse, Anıl toplum davarlarını anlatıyor bu yazıda, dostu İhsan Oktay Anar’la buldukları çare vatandaşlık bandrolü. Halt yiyoruz diyelim, fahri görevliler gelip dıt diye okutacak dalgayı, ceza yazılacak. Çin’in kameralı sistemi kadar efektif değil, yine de makul. Milliyetçilik meselesine geçiyoruz, yabancılığın olduğu her yerde milliyetçiliğin kök salabildiği yazılmış, Mikis Theodorakis bile “Makedonya Yunan’dır!” çıkışını yaptığına göre bu antik ideolojiye kimlerin kapılabileceğini öngöremeyiz. Yerellik iyidir ama böylesi biraz şey. Anıl’a göre yerelimize sıkı sıkı sarılırken iç savaş çıkarmamalı, el alemin kafasını kırmamalıyız. Peki, evrim cephesinde hareket var, İhsan Oktay Anar’ın şans eseri verdiği röportajda dediği gibi inanmaktansa bilmeyi tercih etmek, felsefeciye sormaktansa biyologlara danışmak iyidir, çok alakasız oldu ama Anıl da diyor ki koy maymunu daktilonun başına, yazsın sonsuza kadar, Shakespeare dünyanın en büyük tiyatro yazarıdır. Evet. Yani bir oyun çıkar o yazdıklarından çünkü sonsuza kadar zamanı var, random bassa elbet yüz iki milyar beş faktöriyelden çok daha büyük bir sayı kadar olasılık ortaya çıkacaktır ama bu olasılıklardan biri Hamlet’in yediği herzeleri anlatabilir mesela. Kısaca elimizde sonsuzluk varsa her şey mümkün, o kadar uzun sürede dinozorlar kuş olur, maymunlar insan olur, suyun olduğu yerde mutantik canlılar ortaya çıkacaktır. İleride Güneş’in parlaklığı artacağı için gözlerimiz çekilecekmiş mesela iki yandan, bütün dünya Japon olacakmış, Mişima bir iki milyar yıl daha yaşasa seppuku yapmayacakmış ama daktiloların da bir ömrü var, sonsuzluk için sonsuz daktilo gerekir. Şimdilik bir tane var elimizde.
Yazı çiziyle ilgili bölümlere geldim, Anıl yine bir oraya bir buraya bakarak yazmak isteyenleri, yazmaya niyetlenenleri, yazanları aydınlatıcı bilgiler veriyor. Mesela yaratıcı yazarlık, atölyeler vs. zanaat öğrenmek açısından iyidir ama yaratıcılık öğretilemeyeceği için güdüktür bu kurslar. Bugün Twitter’da gördüm tartışmayı, işin dinamiklerini bilmenin kişiyi “yazar” yapacağı söylenmiş. Bu mantıkla hiç atölyeye falan gerek yok, oraya vereceğiniz parayla Propp’un ve şürekasının metinlerini alırsınız, hatmedersiniz, ortaya mis gibi serüvenler çıkar. Hollywood ekmeğini yiyor hâlâ o örüntülerin. Bunun yanında dille boğuşmayı, kurguya takla attırmayı nasıl yaparsınız bilemiyorum, sağdan soldan aşırıp pastiş kustiş bir şey üfürürsünüz, on numara beş yıldız metniniz olur. Anıl’ın bir örneğini değerlendirelim, potansiyelli bir genç atölyelerden birine yazılıyor, hoca nitelikli bir adam ama bakışını genişletmemiş, kendi zevkinde derinleşirken dünyada neler olup bitiyor, nasıl metinler yazılıyor, bilmiyor hiç. Bizim genç azıcık yoldan çıksa paparayı yiyecek belli ki, hocanın yoluna girmesi gerekecek veya atölyeyi bırakacak. Bunu yakın zamanda anlattım diye hatırlıyorum, ikinci baskı: İyi bir yazar arkadaşım namlı bir atölyeye gidiyor, aslında deneysel olmayan çünkü çoktan denenmiş bir öykü yazıyor ve mevzudan fersah fersah uzak hoca ve diğer katılımcılar arkadaşın ne yapmak istediğini anlamıyorlar. “Böyle öykü mü olur?” denir mesela, hiçbir şeyde sorun yoktur ama biçim o kadar yabancı gelir ki işlemci yavaşlayıp durur, öykü üzülür, anlaşılamadığına yanar. Vardır benzeri, mutlaka vardır. Anıl gidip tam on ikiden vurarak Vonnegut’a rastlatıyor olayı, Vonnegut şu ressamlı romanında iyi bir resmi kötü bir resimden ayırt etmek için bir milyon tane resme bakmayı salık veriyor. “Nereye varmak istediğimi anlamış olmalısınız. Bir yazar adayının yapması gereken, yüzlerce ve yüzlerce kitap okumak, düşünmek, hayal kurmak, gözlemlemek ve bıkıp usanmadan yazmak yazmak yazmaktır. Olur mu bilmem. Ama yeteneği, merakı ve de azmi varsa neden olmasın?” (s. 39) Öz bu. Hadi kuramsal metinlere de ihtiyaç duyun biraz, kavramları öğrenirsiniz, izlek mizlek öğrendikten sonra okuduğunuzu tahlil edersiniz, “Ben bunu şöyle yapsam?” epifanisi geldiğinde olandan olmayanı çıkardınız mı tamam bu iş. Yeni bir şey çıkarmanıza gerek yok, vasatı tutturmak yeterli. Anıl’ın değindiği Joyce gibi adamların işi “yeni”, günümüzde zor bulunan bir doğa olayına rastlamak giderek zorlaşıyor çünkü denenmemiş pek bir şey kalmadı yazara göre. Aktunç’un dediğine geleceğim, yan yana gelmemiş iki sözcüğü, anlamı, harfi bulmak yenilik demektir. Mesela “ğö”. Mekan da önemli tabii, Anıl’a hep derlermiş, tam yazmalık bir yer bulmuşlar onun için. Yazmalık yer. Ben uzunca bir süre defter kullanmadım, aklıma gelip kaybolan her şeyin koca bir çorbaya katıldığını, kafamda dönüp durduğunu düşünürdüm. Sonra bir şeylerin kaybolduğunu fark ettim. Bir şeylerin kaybolduğunu o kaybolan şeyin neliğinden değil de bıraktıkları boşluklardan anladım, aklımdaki fikirleri gözden geçirirken önceki seferlerde olduğu gibi heyecanlanamıyordum mesela, bazı fikirler uçup gitmişti çünkü. Defter taşıyıp not almaya başladım, bilişsel yeteneklerime zaten güvenmezken şimdi tescillendi bu durum. Neyse, Anıl kısaca “saf” ve “düşünceli” romancı ikiliğini ele alıyor diyebiliriz. Hayal gücü şart, çalışmak da şart. “Yazamıyorum, edemiyorum, zaman yok,” diyen arkadaşlara, “Kır kıçını da otur yaz,” derdim. Gebeşliğim bir yana, oturup yazarlardı. Kendime diyorum o lafı. Belki onlarca fikir dönüyor kafamda ama bir şeyi bekliyorum ben, o gelmeden olmuyor. İlham değil, herhangi bir duygu değil, bir şey. Kötü metin olabilir. Kötü metinlerle karşılaşınca yazmanın okumaktan daha verimli olacağını düşünüp yazıyorum sanırım. Yazmak için de Liseli Bir Kız Sevdim nevinden şeyler de okumuyorum tabii.
Yazmaya ara vermekten bahsediyor Anıl, vermeliymişiz. Yani yazdığımız şeyle aramıza biraz mesafe girmeli, uzaklardan baktığımızda, “O ney?” diyecek kadar yabancılaşmalıyız. Gerçi öğüt vermemenin en iyisi olduğunu söylüyor Anıl, herkes bildiği gibi yapsın. Gündüzleri ara verip geceleri yazabilirsiniz, buna dahil. Yazmayı iş edinmiş insanlar masaya oturup tek batında binlerce sözcük yazıyorlar, bazıları klavyeye aylarca dokunmuyor, bazıları o kadar yazmanın yettiğini söyleyip tamamen bırakıyorlar. Nasıl isterseniz ya, bunun gerçekten bir ayarı yok. Aklınıza gelen süper fikri yazmayın, bırakın uçup gitsin mesela, sayfalarca zırvalayın da onlarla bir şey yapın sonra, sakın yakmayın falan. Bu trip de komik geliyor bana: “Çok metnimi yakmışımdır, yok etmişimdir.” Neden? Fikri sözcüklere dönüştürme sürecine dair hatırlananlar bile yeni metinlere kapı aralar, illa yazılanlardan faydalanmak zorunda değiliz. İnsan okuduğu gibi yazdığını da mekânla biliyor, dolayısıyla o mekâna dair bir şeyler kalmasın mı metinde? Gerek mi yok? Var sanki ama bilemedim. Sonuçta ben iki saatimi vermişim, kötü de olsa bir şey çıkmış ortaya, elektrik faturasına yanmayayım diye silmem o dosyayı. Sırf klavyesi eskimesin diye metnini yoğuşturmaktan başka bir şey öğrenememiş bir yazar var mı acaba, mürekkep bitmesin diye küçürek yazıyor, türü hiç değiştirmiyor. Yazmak da sınıfsal tabii.
Gevezeliklerin çoğu benim, Anıl tatlı tatlı, daha da önemlisi normal bir şekilde anlatıyor. İlginizi çekebilir, denk gelirseniz neden olmasın?
Cevap yaz