Kalbin hikâyesidir. Her anlamda. Aşkla yanar, elektrokardiyogramda çizgilere dönüşür, kan pompalar, ayinlerde ait olduğu bedenden çıkarılıp tanrılara sunulur, muhataptır, şiirlerindir, kalp çağrışım alanıyla birlikte yaşamın büyük bir kısmını doldurur. Simon Limbres bunları hiç düşünmemiştir, o sadece sörf düşkünü bir gençtir, sabahın beşinde, tam olarak altıya on kala alarmı çaldığında yatağından fırladığı gibi kalbinin yirmi dört saatlik macerası başlamıştır. Kazaya kadarki süreci film izler gibi izleriz: Boş bir park yerinde ani fren yapan minibüsteki üç genç kapıları açar açmaz ellerini hohlamaya başlarlar, hava soğuktur, deniz hareketlidir, büyük dalga geldiği sırada orada olmak isterler. Tam yeri, tam zamanı, ilahi bir randevu. Christophe, Johan ve Simon yakın arkadaşlar, araya İngilizce sözcükler sıkıştırdıkları bir muhabbet tarzları var, yirmilerine gelmiş insanlar ne konuşurlarsa onları konuşuyorlar ama asıl istedikleri dalgaların üzerinde olmak. Üç dört dalgadan fazlasını bekleyemeyecekler, donmak istemiyorlar, neyse ki bekledikleri dalga gelince özgürlüğe yükseliyorlar ve kulaklarındaki uğultunun keyfini çıkarıyorlar. “Varlığının dağılmış her bir parçasını bir araya topladığı, tüm unsurlarını birleştirdiği, yaşayanlara katıldığı o an… Ve bir kez sörf tahtasının üstünde ayağa kalktığında —o sırada yüksekliği baştan ayağa bir buçuk metre kadar— mekânı esnetiyor, zamanı uzatıyor ve dalganın sonuna kadar denizdeki her atomun enerjisini tüketiyor. Sel olmak bu… Dalga olmak…” (s. 11) Sörfün biricik duygusunu öğrendikten sonra çocukların başlarına bir şey gelmesinden korkarız çünkü metin çocuklardan birinin, Simon’un başına bir şeyin gelmesiyle ilgilidir. Minibüse doluşurlar, Simon diğer ikisinin arasında oturduğundan emniyet kemerini takmaz, anlatıcı ihtimalleri birer birer anlatmaya başlar. Chris direksiyonun başındayken sirenlerin şarkısını duydu belki, ters bir hareket yapmış olabilir ya da uykuya dalmıştır, kim bilir, hız sınırının biraz üzerinde bir hızla giderlerken yol kenarındaki direğe çarparlar, diğer ikisi birkaç kırıkla yırtar ama Simon kafasını cama geçirir ve tıbben oracıkta ölür. Saat dokuzu yirmi geçe ambulans gelse de çok geçtir artık, kalp atışlarının beslediği beyin ağır hasar almıştır, Simon etrafta kimsenin olmadığı bir denizde dalgalarını aramaya başlar. Mecazen. Dediğim gibi bu kalbin hikâyesi, Simon’la karşılaşmıyoruz bir daha. Başkalarının yaşamlarına odaklanacağız, kalbin — yine her anlamda— en yakınındakiler bölümden bölüme karşımıza çıkacaklar. Pierre Révol onlardan biri, cerrahi yoğun bakım doktoru olarak nöbetine saat sekizde başlıyor. Révol nasıl anlatılıyorsa diğerleri de öyle anlatılıyor, tek bir örnek üzerinden hepsi açıklanabilir. Fiziksel özelliklerin tasviri, kahve makinesini çalıştırmaktan mail cevaplamaya tekrarlana tekrarlana alışkanlığa dönmüş hareketler, kişiliğe ve eğitime dair birkaç ilginç detay, olay örgüsünde yerini alacak karakter hazır. Révol 1959 doğumlu, o yıl iki Fransız doktorun bilim dünyasına sundukları ölüm tanımı organ naklini mümkün kıldığı için bu ayrıntı özellikle veriliyor. Kalbin durmasından ziyade beyin fonksiyonlarının durması ölüm anlamına geldiği için kan pompalanan organlar aktarılmaya hazır. Devrim bu aslında, organların bedenden çıkarılması bazı dinlerce yasaklanmışsa da hayat kurtaran organ nakli uygulaması giderek yaygınlaşıyor. Ben üniversitedeyken bütün organlarımı bağışladığımı bildiren birkaç belgeye imza atmıştım, müthiş lüzumlu bir bilgi olarak dursun burada. Böbrek, karaciğer falan lazım olursa hani.
Saat onu on iki geçe bir çağrı, ilkyardım ekibi yaralıyı hızla getiriyor. Kalp masajı zamanında yapılmamış, karaciğerdeki hücreler ölmüş ve beyin zarar görmüş. Simon bu, beyni kan içinde yüzüyor, kurtarılması mümkün değil artık. Aileye ulaşılıyor hemen, Marianne Limbes kızı Lou’yu uyku sersemi komşusuna bırakarak hastaneye geliyor, Révol’un odasında kahve içiyorlar. Yola çıkışı, düşündükleri, oğlunun durumuyla ilgili bilgi alırken hissettikleri bir ameliyathane ciddiliğiyle anlatılıyor, üslup son derece steril ve soğuk, laboratuvar ortamındaki bir deneyin anlatımı adeta. Bir teknik: Révol’un söylediği her cümleden önce gelen uzunca paragrafta Marianne’in ve Révol’un iç dünyalarına açılan pencereleri görüyoruz, sözcüklerin doğdukları ve işitildikleri iki zihnin devinimleri açık, başarıyla yansıtılmış. Saat on iki buçukken durum bu, Marianne bir bataklıkta boğulduğunu duyumsuyor, eski eşi Sean’a ulaşamadığı için beter durumda. Adam dünyanın herhangi bir noktasında maceraya atılmış olabilir, oğluna sörf tutkusunu bulaştıran o olduğu için Marianne çok öfkeli ve üzgün, yine de oğlunun ne kadar mutlu olduğunu bildiğinden kaybın acısından ötürü Sean’ı suçladığını biliyor. Adam ortaya çıktığında bindikleri aracın direksiyonuna defalarca kafa attığını ve direksiyonu ısırdığını göreceğiz, önce doktorları ve sonra kendini suçlayacak. Marianne’in Sean’ı terk etmesindeki başlıca sebep bu, ikinci çocuktan sonra ekstrem sporlara devam etmesi ve ailesine “yeterince” zaman ayırmaması Sean’ı çemberin dışında bırakıyor. Tekrar bir araya geldiklerinde Simon’dan bir kalp, birkaç da organ kalmış geriye, esas mesele bu noktada ortaya çıkıyor. Simon yetişkin bir genç, hayattayken organ bağışına dair düşünceleri nelerdi, organlarını bağışlar mıydı? Annenin ve babanın kararı belirleyecek ama Simon’un ne istediğini bilerek karar vermeleri mühim. Kornea hariç diğer organları bağışlamaya karar veriyorlar, prosedür gereği gözlerin kime verileceğini bilmeyecekler, bir başkasında görmeleri de düşük ihtimal ama bağışlamıyorlar, çocuklarından geriye kalan bir gözler, bakış, yüzün ve anıların en önemli kısmı. Organların sisteme yüklenmesi, uygun hastaların bulunması, cerrahların harekete geçmeleri, özel uçaklarla taşınan özel kargoların hızla hastanelere ulaştırılması, Fransa-İtalya maçı yüzünden kapanan yolları aşmaya çalışan ambulans, sürecin hemen her bölümünü görüyoruz. Kalp nakliyle yeni bir yaşama başlayacak hastanın yakın geçmişine de göz atma şansımız oluyor, ilk müjdeli haberin hüsrana dönüşmesinden sonra umudunu kesmeyen çevirmen kadın kendini çok zorlamamaya devam etse de işe tekrar başlamaktan keyif duyacağını düşünüp çeviriye kaldığı yerden devam ediyor, hiç beklemediği bir anda vücuduna uyan bir kalbin bulunduğu haberiyle apar topar hastaneye götürülüyor. Çocuklarını kışkışlıyor, büyük bir cesaretle giriyor ameliyathaneye, gerisi Marslı’nın Mars’tan kurtulmasına benzer bir hikâye. Organlar Simon’un bedeninden alınırken cerrahi sürecin her aşaması anlatılıyor, kalbin yerleştirilmesi sırasında yapılanlar da anlatılıyor, kalbin yapısını hatırlayan herkes neyin nereye bağlandığını gözünde canlandırabilir. Doktorlar son derece soğukkanlı, bir tek Révol geride kalan kanlı odaya baktığında dehşete yakın bir hissin bedenini ele geçirmek üzere olduğunu düşünüyor ama profesyonelliği ağır basıyor hemen, organlarla kaç kişinin yaşamının kurtulacağını düşünüp rahatlıyor. Her şey yirmi dört saat içinde bitiyor böylece, bir gün önce sörf yapmak için yatağından kalkan Simon ertesi gün birkaç organı alınmış, yerine dolgu maddesi konmuş bir şekilde morgda yatıyor bu kez. Başına ne geldiğini fark etmiyor bile, ansızın yok, yaşamıyor. Böylesi hızlı bir ölümün kurtardığı yaşamların anlatımı da hızlı, kısa sürede yaşanan onca olay fırtına gibi gelip geçiyor okurun zihninden, tıbbi müdahale sahnelerinin gerçekliği şok etkisi yaratıyor, hoş. Son bir şey, kalbin takıldığı çevirmen kadın acaba Simon’un ne kadarını daha taşıyacak bedeninde? Anlatıcı kalbi “alan” doktorun söylediği şarkıyı kadının duyup duymadığını merak ediyor mesela, “hücresel anı” diyeceğim fenomen kadının yaşamını nasıl etkileyecek? Gizem. Bilmiyoruz, bedenin organı kabul etmemesi ihtimali de var ama bizi ilgilendirmiyor bunlar, ertesi gün altıya on bir kala bitiyor anlatı. Nefes alıyoruz nihayet, koşturmaca sona eriyor.
Merkezinde kalp var ama her organla ilgili bir hikâye. Ölüm, yaşam, fedakârlık, yas, acı, pek çok şeyle ilgili. Denk gelen okusun.
Cevap yaz