Alice’in günün birinde bir kitap yazıp yazmayacağını düşünmesi, anlatıcının belirttiğine göre bunun biraz aptalca bir düşünce olması çünkü Alice’in hiçbir şeyi bitirmemesi aynanın içinden bir bakış diye düşündüm, öte tarafta Alice’in “significant other” diyebileceğimiz Ezra’sı gözlemliyor, Alice’in yaşamını bildikçe kuruyor, yaşlılığının metinlerinden birini yazıyor diyelim. Ezra’nın Philip Roth’tan esinle kurulduğunu okudum, Roth’un Ölen Hayvan‘ıyla Sokaktaki Adam‘ı sağlık sorunlarına, ameliyatlara ve kadınlara takık erkek anlatıcıların kaygılarıyla dolu, bir açıdan Halliday’in metninin “Budalalık” bölümündeki üslup da andırıyor Roth’u. Zorlama bir çıkarım, çok da inanmadım ama bu yoldan gideyim, hikâyenin bir yerinde Ezra aralarındaki ilişkiyi yazıp yazmadığını soruyor Alice’e, kadın yazmadığını söyleyince rahatlıyor. Kendisi yazdığı veya kurmaya çalıştığı için, neden olmasın. Başlangıç şu: Alice yirmilerinde bir editör asistanı, Ezra’ysa yayınevinin çok ünlü bir yazarı, sokakta karşılaşıyorlar ve düşünme biçimleri uyuşuyor hemen, birinde yılların verdiği olgunluk ve diğerinde yabanilik ama aynı. Birbirlerini güldürebiliyorlar, en iyi gösterge budur zannediyorum, hatta Ezra bu yüzden Alice’in hayatta çok yalnız kalacağını söylüyor, bu da başka bir gösterge. Aralarındaki asimetri, metindeki asimetriler konusunda yüz tane şey söylenebilir, esaslardan gidersek biri buydu. Alice’in eğitilmeye ihtiyacı var, Ezra hemen kitapları yığıyor Alice’in önüne. Joyce, Camus, diğerleri. “Kamü” deneceğini öğreniyor Alice, Ezra’dan öğrendiklerini ortamlarda sattığını görüyoruz bir kez, alıntılar sayesinde hangi kitabı okuduğunu da görüyoruz, edebi donanımının önemli bir kısmını Ezra’ya borçlu. Seksi de, barda öpüştüğü bir tanıdık dışında cinsel olaylara girdiğine dair bir veri yok, oysa üçüncü bölümdeki röportajda Ezra’nın hiçbir zaman boş durmadığını görüyoruz, bu da bir dengesizlik. Sağlık sorunları yüzünden giderek tavsayan seks yaşamları dostluğa evriliyor yavaş yavaş, Ezra kadının kredisini ödüyor, evine klima alması için para veriyor, en sonda kendi evinin yanındaki boş daireyi almak için milyon dolar vermeye niyetlenmesi Alice’i daha yakınında tutma isteğidir belki. Aradaki duvarı yıkınca telefon edip şunu bunu aldırmak zorunda kalmayacak, yan odalara bağırması yeterli. İzini pek göremiyoruz ama Alice’in ilişkilerinden zaman zaman rahatsız olduğuna dair ipuçlarını çıkarabiliriz, bir ara ıvır zıvır almak için dışarı yollanmaktan bıktığını söyler, Ezra hemen ortamı yumuşatır. Adamın birinin gelip Alice’in hayatını mahvetmesinden korktuğunu söyler, birlikte uyumanın aşırı kötü bir fikir olduğunu da söyler bir sabah, denge politikası görünümlü dengesizlik. Maç izlerler, müzik dinlerler, ikisi de sonrasını düşünmez. Ezra düşünür gerçi, onun sonrası olmadığı için sadece Alice’inkini düşünür. “Birlikte yalnız, yalnızken birlikteydiler… Tabii yalnız değildiler aslında. Ezra’nın ağrısı da onlarlaydı. Ezra, ağrısı ve sağlıklıların sinirlendirici dünyasından gelen, zor tahammül edilen elçi Alice.” (s. 86) Anna olmasa Alice’in yaşamına kimse girip çıkmayacak sanki, yaşlı komşu sürekli kapıyı çalarak Alice’i rahatsız eder, tatlı bir kadın olduğu için bıkkınlık vermez ama Alice tedirgin olur çünkü aklı gitmektedir Anna’nın, aynı şeyi arka arkaya beş kez sorduğu olur. Torununun umursayıp umursamadığını bilmiyoruz, Alice’in yaşamında Ezra öncelikli. Mahkemeye davet edildiğinde bile umursamaz tavırlar sergiler, jüri üyesi adayı Müslüman bir adamın söylediklerini dinler, adayların adlarına önem verdiğini de görürüz, kurmaya çalıştığı dünya için önemlidir bunlar. Müslüman bir adamın aklına girip yazacağı metne malzeme toplar, bu kez aynanın ötesinden kendisi bakacaktır. Gerçeklikle kurmaca ikiliği, biriyle öteki, insanla insan oldukça asimetrik. Bu ilk bölüm sona benzer bir sona sahiptir, usta yazar kendi bölümünü dört başı mamur hale getirdikten sonra noktayı koyar. İkinci bölümde Amar’ın üslubundaki farklılıktan işi Alice’in devraldığını, onun metnini okuduğumuzu düşünebiliriz. Şikayet ettiği şeyi yapmaz, metninde tırnak işareti kullanır. Bazen de kullanmaz, okuduğu metni sevmemiş olsa da bir parçasını yürütmeyi bilmiştir.
Matrak, Alice’in okuduğu metinden: “Bence bir sanatçı, istediğinde birtakım deneyimlerin içinden yan yan geçebilen güçlü bir bellekten başka bir şey değildir…” (s. 10) Şu da yazdığından: “Fakat bir sanatçının, iradesiyle belli deneyimlerden yanlamasına geçebilen güçlü bir bellekten başka bir şey olmadığını söyleyen de Crane değil miydi?” (s. 215) İki bölüme de dikkatle bakıldığında esinler, benzerlikler bulunabilir ama anlatıcı Amar’ın Crane’i nereden bildiğini öğrenemeyiz, ekonomi eğitimi almış ve hayatını parçalanmış ülkesini, ailesini düşünerek geçirmiştir, edebî birikimi pek azdır. Şimdisinde yaptıklarının gelecekte neye yol açacağını düşünmesi de temel bir farktır, Alice geleceğe dair pek bir şey düşünmediğini söylüyordu. Açıkçası kendini Ortadoğu ülkeleriyle bir tuttuğunu söylemek aşırılık, yine de geleceğe dair planları olmayan Iraklıların durumunu anlatırken Marc Wittmann’ın Hissedilen Zaman‘ını hatırladım, Wittmann yarının ne getireceğinden emin olunamayacak kadar teröre boğulmuş, yaşamı pula indirgemiş ülkelerde insanların uzun vadeli plan yapamadıklarını, Doğu’daki ülkelerin bu yüzden gelişemeyeceklerini söylüyordu, Alice en azından metnine başlamış, kuracağı kadar kurmuş ve yarıda bırakmış olsa da başarıya ulaşmış. “Çılgınlık”, ikinci bölüm. İki çizgi, ilki Amar’ın Londra’daki güvenlik görevlilerince “tutsak edilmesi”, diğeri tutsaklığına kadarki yaşamı. Yıl 2008, 11 Eylül’ün etkileri henüz geçmediği için Ortadoğululara bürokratik işkenceler uygulanıyor, Amar gibi pek çok kurban var ama onun durumu ilginç. Uçakta doğduğu için Irak ve ABD vatandaşlığı var, ailesiyle birlikte Amerikan kültürüne balıklama dalsa da geldiği yeri unutmuyor ve abisi Sami’nin neden memlekete dönüp aile kurduğunu anlıyor. Aslında rüyayı görmeye devam edebilir, müzisyenlikle doktorluğu birlikte yürütebilirdi ama Irak’a dönmek istedi nihayetinde, işgal başladığı zaman telefonda pembe tablolar çizdi, yolladığı kartlarda ülkesinin gerçeklerinden bahsetmedi, hayatta kalmaya çalıştı. Amerikalıları bekleyenler bile neden o kadar kötü olduklarını anlayamamışlar, çocuklar yüzlerinden vurulurken Sami de hastanede elinden geleni yapmaya çalışmış, Amar zorluklarla buluştuğu abisinin yaptıklarına şahit oluyor. Çok olay var da biri ikisi fikir verir. Amir’in kaçırılan amcası için istenen fidyeyi veriyorlar, yine de adamı kafasına bir kurşun sıkılmış halde bırakıyorlar ortaya, ülkenin bütün o faciadan yakında kurtulacağını söyleyen iyimser amcanın acı sonu aileyi yasa boğduğu için Sami kaybolduğu zaman hemen harekete geçiyor Amar, Londra’da buluşacağı arkadaşıyla Diyarbakır üzerinden Irak’a geçecek de abisini kurtaracak. Bırakmıyorlar, sorgulama üstüne sorgulama, arafta geçen saatler, Los Angeles’a geri gönderilme tehlikesi. Aktarma yapacağı uçağı beklemesine izin veriyorlar en azından, şehre inip arkadaşıyla buluşamasa da fidyeyi vermek için yola koyulabilir. Tabii abisini bulması lazım önce. Kafasına sıkılmış bir kurşunla değil. Mümkünse. Irak’ın yakın tarihine yakından bir bakış denebilir bu bölüm için, Kürdistan’la diğer bölgelerin ilişkilerine, ABD’nin yediği haltlara dair etkileyici sahneler Irak’ın parça parça yok olmasını yakından gösteriyor.
Üçüncü bölümde Ezra’nın röportajı var, ilk bölümde Alice’in penceresinden gördüklerimizi bir de tersten görüyoruz, azıcık. Müzik, şarkılar, savruk yaşam herhalde bölümler arasındaki ortak noktalardan en belirgin olanları. Irak’ın güzel zamanlarından şarkılar, Sami’nin çaldığı Mozart, Ezra’nın Debussy keyfi, Alice’in dinledikleri derken genişçe bir çalma listesi oluşuyor. Sami’nin sembolik yıkıntılar üzerinde çaldığı piyanoda kaldım ben, ortalık cayır cayır yanarken Amerikalıların takıldığı mekanda, ruhu kurtarmak için müzik. Amar kurtarsa Sami’yi. Alice bitirseydi metnini, görecektik.
İyi roman.
Cevap yaz