Jonathan Ames – Fazladan Bir Adam

Gece Gibi Geçiyorum kişi için faydalı bir metindi, neden, çünkü iyi bir metindi, New York’un dehlizlerini, kaybedenlerini, cinsel tansiyonunu, pisini cürufunu dipten ve derinden gösteriyordu, kapıcılardan torbacılara bir dünya maddeyi tanıtıyordu, hikâyesi kalburüstüydü, kurgusu makbuldü, osu busu otuz iki kısım tekmili birden başarılıydı. Fazladan Bir Adam daha mizahî, dramı kısık bir metin, yine New York’tayız ama uçlara daha sık gidiyoruz bu kez, maddeler çeperlere dağılmış durumda. Louis Ives’ı izleyeceğiz, kendisi Yahudi, yirmi beş yaşında, travestiliğe eğilimli bir centilmen, beyefendi, incelikli çavo. Fitzgerald metinlerinden fırlayıp gelmiş adeta, yanına taşınacağı Henry Harrison’ın da onayladığı gibi iyi bir imitasyon. Üniversiteden mezun olunca öğretmenlik yapmaya başlıyor Ives, öğrencileriyle arasının iyi olduğunu aralara sıkıştırdığı hikâyeciklerden biliyoruz, işini de seviyor ama sütyenle yakalandığı zaman mahvediyor kariyerini. Aslında çocukluğundan gelen bir itki, o zamanlar annesinin kıyafetlerini deneyip makyaj yaparmış. Aynada kendini bir başkası olarak gördüğü an hem zirve hem dip, mutluluk bir anda mutsuzluğa karışırmış, aynı anda iki yaşamı birden yaşayamamanın huzursuzluğu. Yıllar sonra bir gün okulda takıyor, yakalandığı zaman orada barınamayacağını anlıyor ve sözleşmesinin sonu gelmeden New York’a taşınma planları yapıyor. Gazetede gördüğü bir ilan ilginç: Henry Harrison, edebiyat dersleri veriyor, tiyatro oyunları yazmış, klas bir adam. İlginç bir karakterle karşılaşacağız, şehrin kaymak tabakasıyla takılmak için şıklığını koruyan, evinin kirini pasını hiç önemsemeyen bir adam bu, küçücük evinin bir odasını kiralayarak temel ihtiyaçlarını karşılasa da yemek işini davetlerde çözüyor, yaşlı zenginlere eşlik ederek tatil işini de çözüyor arada, sosyetenin aranan adamlarından biri. Personası çok sağlam, o pisliğin içinde bile soyluluğundan zerre olsun yitirmiyor. Tam aristokrat, Ives için model. Delikanlı bu eski zaman efendisinin suyuna gitmek için elinden gelen her şeyi yapıyor, adamın bütün garipliklerini sineye çekiyor ki çok zorlandığı anlar var, mesela evi seks için kullanamaması dert, ortalıkta cirit atan farelerle mücadele şekli bela, hamamböcekleriyle müşerref olması başlı başına sorun ama yine de kalıyor o evde, serüvenler bitecek gibi değil. Önce beleş gösteri işini öğretiyor Harrison, birlikte Broadway’e gidip katakullilerle oyunlara, gösterilere giriyorlar. Hinliğin kutsal kitabının maddelerini teker teker uygulayarak çömezini eğitimden geçiren adamımız ne mene biridir: Anlaşıldığı kadarıyla Almanlık var, biraz Rusluk da olabilir, Clinton düşmanı, faşistliği somut, elinde olsa ülkeyi demir yumrukla yönetip yeni nesil zıpırların tümünü ezer ki 1960’lardan hiç bahsetmese de çiçek çocukların yapraklarını bir bir koparmak istemiştir muhtemelen. Eski arabasına kalpten bağlı, kopkoyu çizgilerini aşmaya çalışan dostlarını bile bir kalemde hayatından çıkarabilir, sık sık peynir yer, uyumadan önce güne dair son görüşleri, düşünceleri almadan kulaklıklarını takmaz, Hemingway aptal, Faulkner anlamsızdır fikrince, Fitzgerald’ı sever, buzdolabının derin dondurucusundaki buzları eritirse et bulabileceğini düşünür, hadsizliğiyle dostlarını küstürür ve kaz gelecek yeri kaybedip üzüntüden üzüntüye savrulur. Tuhaf adamdır, Ives anlamaya çalışır, nihayet eski albümleri bulduğu zaman elli yıl öncesinden taşan hüznü görür. Atının üzerinde bir asil gibi durmuştur Harrison, buruk tebessümünün çatlağından görünen, ne demeli, yaşama çaresizliği mi, Ives onca yılın ardından kokuşuk bir evde biten maceradan çok etkilenir ve ağlamaya başlar, genç adamın yolunda gitmeyen işlerini düşünür, hayal kırıklıklarının katılaştırdığı ince ruhu ilk kez o fotoğraf aracılığıyla anlar. Bir iki hikâye daha dinleyecektir başkalarından, hiçbiri o fotoğrafın yarattığı etkiyi yaratmaz. Kendi geleceğinin temsili değil, en yakınının yitmiş ihtimalleri vardır o siyah beyaz dünyada, bu yüzden şehrin sunduğu ne varsa doğrudan deneyimleyecektir. Harrison’ın hiçbir şeyden haberi olmaz, Ives adamın aşağılayacağı yaşantılarının hiçbirini dile getirmeyecektir. Sonlara doğru bir yakalanma ânı var, şanssızlığa bağlayabiliriz. O kadar heyecanlıdır, yaşama o kadar açtır ki önlem mönlem düşünmez Ives, gecenin bir yarısı Queens’te bir transseksüelle birlikte olmak için soyulmayı göze alır, on altı yaşındaki bir başkasını evine getirir ve tam o sırada Harrison eve döner, aslında dönmeyecektir ama işler ters gidebilecekse gider işte, herkes çığlık çığlığa koşturur bir ara, çok matrak. Ives boka battığını, Harrison’ın tekmeyi basacağını düşünüp yakınlardaki bir parkta sabahlar, eve döndüğü zaman beklediğinin tam tersi bir muameleyle karşılaşır çünkü sevdirmiştir kendini, Harrison nadiren gösterdiği bir yakınlıkla karşılar da yaptığını kabullenir Ives’ın, dostunu kaybetmek istemez. Dostluk aslında o dünyaya yabancı bir olgudur ama insani yanı uyanmıştır adamın, belki de sırf çıkarları için kovmak istemez çünkü iyi bir eşlikçidir Ives, yakışıklılığıyla kadınları hoşnut eder, güzel sözlerinin ardı arkası kesilmez, üsturupludur da, Harrison bütün bunları düşünmüştür ama ötesini de gösterir: sevgi. Ives adamın söylediği çoğu şeyi değerlendirir, gururunun kırıldığını veya mutlu olduğunu defalarca söyler, Harrison’ın sözlerinin önemini çok yerde görürüz, aslında bu tekrarların kurguyu cırtlattığını düşünebiliriz de Ives’ın Harrison’a bağlılığı çok kez vurgulandığı için fazlalık gibi gelmez bu, hele gencin sevgiye ne kadar muhtaç olduğunu bildikten sonra.

Harrison kanadının ötesinde Ives’ın tek kişilik gösterisi yer alıyor, basılma ve teyzeyle buluşma bahisleri dışında alanların iç içe geçtiği başka bir örnek yok. Ives’ın annesiyle babası yıllar önce ölmüşler, geriye bıraktıkları pek bir şey yok, arabadan başka. Ives arabasına gözü gibi bakıyor da insan lazım, Queens’te oturan teyzesiyle yıllar sonra iletişime geçiyor. 1950’lerin büyülü dünyasından hikâyeler bulup çıkarıyor teyze, bir zamanlar dünyanın nasıl parıldadığını anlatıyor. Benzer hikâyeleri Harrison da anlattığı için düşünüyor Ives, ikisini yan yana getirmek? Teşebbüsünün takdire şayan hiçbir yanı yok, Harrison “kendisi gibi birini” görür görmez arazi oluyor çünkü iki yaşam fazla, yaşadığı yeter. Teyze bir yan hikâye, cinselliğin fişeklendiği mekanlarınki bambaşka: Ives kadın kılığına girmek için sağlam para ödediği kadının yarattığı kimlikle çok kısa bir süre yaşar, hevesini alınca kırmızı peruğunu özlemez. Kraliçelerle dolu ortamda seçtiklerinin her biri başka zevkler tattırır, hormonsuzluktan ıskartaya çıkmış penislerle müşerref olur Ives, sarılıp uyumak istediği kraliçelerin yanında sevişmek istedikleri de çıkar ama içindeki çatışmayı bir türlü dindiremez, ne yaşarsa yaşasın. İşyerindeki Mary’ye sırf normların dışına çıkmamak için tutulması mümkün, kadının sütyenini çalıp evde denemesi saf bir sevginin ötesindeki hisleri de gösteriyor, sanki kıskançlıkla karışık bir tutku. Transseksüellere imrenmiyor, onlardan çok hoşlanmasına rağmen onların arasında hayal edemiyor kendini, bu yüzden zamanlarını satın alıp kendi duygularını ödünleme yolunu seçiyor, onun için yeterli. Harrison’ın yaşamına gıptayla baktığını söyleyemeyiz, bambaşka bir yol çizmeyecekse de o kadar katılaşmak, yaşamı ıskalamak istemiyor Ives, şehri karış karış keşfetmeden durmayacak.

Ames’in kâşif karakterlerini ve terra incognita şehirlerini seviyorum, buluşlarının yarattığı heyecanı seviyorum, yerin altına itilenleri yüzeye çıkarma biçimini seviyorum. Zamanında torbaya mı konmuş bu eser, poşette mi satılmış, başına mahkeme kararıyla bir haltlar gelmiş de tantana çıkmış bayağı. İyi bir yazarın metinleri yirmi beş yıl önce basılmış, şimdi niye basılmaz, çünkü kopacak çıngardan ürkmemek mümkün değil. Dandik ülkemize ağır gelir böyle şeyler, sahaflardan bulacağız.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!