Ian Mosby & Sarah Rotz & Evan D.G. Fraser – Belirsiz Hayat: Isınan Gezegenimizde Gıdanın Geleceği

Neler olacak neler. Churchill hepimizin bakterilerle besleneceğini, tavukların sadece budunu kanadını yetiştireceğimizi söylemiş, 1930’lardan bakınca 1980’ler uçuk kaçık teknolojilerin cirit atacağı bir zaman dilimi gibi görünmüşse de bilimsel yeniliklerin o kadar çabuk optimize edilemediğini, ticari kullanıma sunulamadığını biliyoruz, yoksa şimdiye uçan arabalara binmemiz lazımdı. “Giriş” bölümünün konusu alg, yenilebilir olanı çok pahalıya üretildiği için sofralara gelmedi henüz, tavuk etini de laboratuvarda üretebiliyoruz ama onun da fiyatı fişek, üstelik bunları üretmenin doğaya saldığı karbonun haddi hesabı da yok, yani doğa için iyi bir şey yaparken aslında kötü bir şey yapıyoruz. Şimdiye kadar bu ikisi önemliydi, bundan sonra da önemini koruyacak: maliyet ve çevrenin içine etmemek. İlki sermaye için önemli, insan gücü daha ucuza geldiği için otomasyonun erişemediği alanlar bir süre sonra yerini makinelere bırakacak, çevreyse yaşama değer veren herkes için kıymetli, sermaye hariç. Yeşil Devrim bile o kadar matah bir şey değil bu açıdan, Malthus’un korktuğu başımıza gelmedi ama yarattığı tahribat muazzam. Gübrenin süperleştirilmesi ilk adımdı, sonrasında yeni tohumlar, haşere ilaçları, doğru sulama teknikleri, bilmem ne aletleri, sözleşmeler girdi işin içine, tarımın hızla sanayileştiğine tanık olduk. Ne oldu, küçük işletmeler hızla borç batağına saplandı ve büyüklerce yutuldu, sayısız küçük çiftlik yerine canavar gibi çiftlikler, üretim tesisleri türedi, besine erişim kolaylaşsa da kalite öyle düştü, kirlilik öyle arttı ki yemesek daha iyi. En büyük zararı Güney Yarımküre ülkelerinin gördüğünü söyleyebiliriz, bu sermaye ve borç genişlemeleri yüzünden ekonomik eşitsizlikler arttı, yetersiz beslenme ve gıda güvensizliği tavan yaptı. “Bu deneyden çıkan ders şu: Temel gıdaların üretimini artırmak, küresel gıda güvenliği sorunlarını çözmeye tek başına yetmez. Gerçekte Güney Yarımküre’de yetersiz beslenmenin nedenleri, üretilen gıda miktarıyla alakalı olmaktan ziyade, ekonomik eşitsizliklerle ve sömürgeciliğin süregiden etkileriyle ilişkilidir.” (s. 27) Kısacası artan üretimin meyvelerini yoksullar toplamadı, toplayamazdı çünkü üretim aygıtlarına sahip olanların gıdasızlığı gidermek gibi bir derdi yok, her şey sermayeye bağlı işleyince üsttekiler kazançlarını artırıyor, alta bir şey kalmıyor. İki örnek hatırlıyorum kitaplardan, Afrika’ya yollanan yardımların dağıtımıyla ilgili büyük sıkıntıların yaşanması yetmezmiş gibi sermayenin vicdan rahatlatma dalavereleri ekonomik koşulların hiç değişmeyeceğini gösteriyor, üç beş parça kırıntıyla yaşamaya çalışan insanlar dünyaları götürenlerce besleniyor, Çekirge Etkisi kapsamlıca anlatıyordu bunu. Başka bir mevzu yine yollanan yardımlarla ilgili, Batı’nın ürettiği zamazingoları çalıştıracak altyapı olmadığı için tuhaf bir durum çıkıyor ortaya, örneğin GM lütfetti de 200 traktör gönderdi Sierra Leone’ye, abi benzin yok? Swaziland’a PET/CT aygıtları gidiyor, elektrikle ilgili sıkıntı var, nasıl çalışacak o makineler? Orantısız yardım mı demeli, embesillik mi demeli bilmem, ülkelerin çok daha temel sorunları varken spesifik aletleri göndermek faydasız yani. Emperyalizmin, sömürgeciliğin eseri. “Karibu”da güncel bir örnek var bu meseleyle ilgili, küresel ısınma yüzünden su kaynaklarının büyük bölümünü kaybeden yerliler Kanada’da asimile edilmekten kurtuldukları zaman açlıkla boğuşuyorlar bu kez, resmen devlet terörüyle karşı karşıya kalmışlar. 1942’de Alaska Otobanı yerlilerin mekanının tam ortasından geçirilince binlerce Amerikalı ordu mensubu ve sivil gelmiş, el koymuşlar resmen topraklara, yol geçirilen her yer onlarınmış gibi. Yerli avcılar topraklarını bu otoban yüzünden kaybedince ticaret yapamaz hale gelmişler, hani derilerden para kazanamamak bir şey de temel yiyecek maddelerinden, geyik etinden de olmuşlar. Yetmemiş, 1950’de yerel bir Katolik misyoner yönetim peydah olmuş, yerlilerin çocuklarını yatılı okullara göndermişler, kendi dillerini konuşanlar sağlam sopa yiyip yallah gönderilmişler kiliselere. İşin kötüsü bu insanlık dışı uygulamalar sağduyulu insanlarca protesto edilip sona erdirilmiş ama geleneksel bilgi kaybolmuş bu kez, yatılı okullara gönderilen nesil atalarından avlanmayı, kültürlerini öğrenemeyince dedeleri gibi yaşamak isteyen torunlar kimliksiz kalmışlar öyle, kadim bilgi unutulunca şehirlere göçmekten başka çareleri kalmamış. Son yıllarda yine bir hareketlilik var, yerliler örgütlenmişler ve kendi kaderlerini kendi ellerine almak istediklerini defalarca dile getirmişler, siyaset ve strateji yerine eyleme geçmişler. Güneylilerin bu yerlilerden öğrenecekleri çok şey var, henüz aymadılar ama yakındır. Sürekli büyümek zorunda olmak insanın çalışmak için yaşadığı distopik bir dünyanın ürünü, oysa şart değil bu, Fortier gibi girişimciler küçük alandan maksimum verim alarak mahvı sıfıra indirgemeye çalışıyorlar. Büyümüyorlar, borç almıyorlar, güzel de üretiyorlar. Az ama yeterli. Kodamanlar gelip o şekilde büyüyemeyeceğini söyleyince Fortier öyle bir niyetinin olmadığını söylemiş, kısa ve net. “Yalnızca birkaç hektar toprak ekip devasa finansal risklere girmeksizin benzer bir gelir elde edebilecekseniz, yüzlerce hektar toprak ekmenizi, teçhizata ve kimyasal girdilere yüz binlerce, daha doğrusu milyonlarca dolar harcamanızı gerektiren bir çiftliği neden kurasınız ki?” (s. 60) Şundan ötürü: üretim gibi tüketim de standartlaşıyor, belli şirketlerin koşturduğu atlar bağımsız üreticileri tepikliyor resmen, çarkın bir parçası haline getirmeye çalışıyor. Bir şirket pazarı düşünelim, oraya girebilmek için belli bir büyümeyi sağlamış olmak zorundasınız yoksa ürününüzü satacak mecra bulamıyorsunuz. Bu kıskaçtan kurtulursanız küçük ve mutlu tarlanızda büyük mutluluklar yaşayabilirsiniz, etraftaki tarlaları da satın alamadığınız için kafayı yemek noktasına gelmezsiniz. Bu arada endüstriyel tarım acayip paralar istiyor, öyle köydeki tarlayı ekip biçmekle bitmiyor iş, über üretim için milyon dolarlar harcamanız gerek. Yetmedi, ürünlerinizin kalitesi yıllar boyunca aynı kalmıyor ama giderler artıyor, bu yüzden daha çok üretmek zorundasınız, daha çok gübre, benzin, toprak, sonu yok. Siyaset işin en çirkin yanlarından biri, diyelim ki ABD’de kullanılan bir tarım ilacı var, orada ucuz ama Kanada’da pahalı çünkü devlet bir sebepten uçurmuş fiyatları, direkt haksız rekabet. Ziraat politikaları hantalsa kötü, tarım malzemelerine zor ulaşılması veya hiç ulaşılamaması kötü, mevsimlik işçilerin sömürülmeleri çok kötü zira kuş kadar para alıyorlar bir, Kanada vatandaşı olamıyorlar iki. Genellikle Meksika’dan falan gelir, işlerini pıt pıt görürlermiş, aklıma hemen Saroyan’ın öyküsü geldi. Meksikalı aile hani, yanaştıkları tarla sahibi onlara ihtiyacının olmadığını söylese de yeğen hemen ağzından girip burnundan çıkar adamın, aileyi işe aldırır.

Tohumlara bakalım, “Darı” üzerinden gidiyoruz. Nepal’de mevsimlik işçilerin ilkel şartlarda çalışmalarını gören bir araştırmacı hemen malzeme tedarik etmiş ve çiftçilere dağıtmış, böylece üretimde artış görülmüş. Traktörü geçtim, bir çift eldivenin yarattığı fark dillere destan, mesela bamya toplarken elimize diken miken batmadığını düşünelim. Hmm, hayalimdeki cennet. Darının olayı ne, bir kere aşırı arsız olduğu için yetiştirmesi kolay, ikincisi de pek tercih edilmediği için ucuz, pişir pişir ye. Yerin mi yok, hemen altlı üstlü sistem kur, GD tohumu alıp tarlanı basan patlıcanları izle, sonuçta genetiği değiştirilmişse de tohum tohumdur. Mudur, pek öyle değil, insanlar tercih etmiyorlar böylesi oynanmış gıdaları. Açıkçası ben de GD’den üretilmiş patates salatası yiyeceksem komşuma sorardım, hangi tür patatesle yaptı salatayı? Bu tohumlar fennin son mucizesi gibi görünse de sayısız derdi peşinden getirmiş: ilaçlama sorunlu çünkü böcekler bağışıklık geliştiriyor, fiyatlar sorunlu çünkü çok ucuz değil bu tohumlar, Nepalli çiftçiler bu yüzden geleneksel tarımdan vazgeçemiyorlar. Her şey dönüp dolaşıp siyasete varıyor, diğer gıdalar da bu çıkarımdan kelli eşit dağıtılmıyor diyebiliriz. Gıda zinciri bir bozulsa üç aylık besinden başka yiyeceğimiz bir şey yok ki ona da eşit şekilde ulaşamayacağız malum, dünyanın ayvayı yediği filmlerde eline silah alanın devlet kesildiğine aşinayız.

İyi araştırma, ne yiyip ne yemememiz gerektiğini de söylüyor arada. Et tüketimini azaltmak lazım ama aslan payı ABD’de, onların azaltması bir şeyleri değiştirebilir. Bunun yanında vegan burger henüz o kadar lezzetli değilmiş ama bir ayar çekilirmiş, ayrıca yediğimiz şeylerin çoğu bildiğimiz şeyler değil ama güzel ülkemizden biliyoruz zaten. Küresel bir problemmiş gerçi. Okuyun da öğrenin abi. Evet.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!