Habib Bektaş – Kaybolmasınlar Diye

Habib Bektaş’ın öykülerinde mekân Ödemiş, Salihli, Kreuzberg, kırsal ve kent.  İnsan çeşitliliği öyküleri zenginleştiriyor, aynı dertlerden mustarip insanlar farklı yaşam biçimlerine sahip olmalarına rağmen benzer tepkiler veriyorlar, benzer duygulanımlara kapılıyorlar, bunun yansıması çok iyi. Gerçi diyalogların yerelliği -yerelleşemeyişi de denebilir- bir parça yadırgatıcı olabiliyor ama Bektaş olabildiğince doğallaşmış karakterler sunuyor okura, anlatımın çizgisel akışı da bu doğallığı besliyor, iyi öyküler okuyoruz kısacası. Kitap iki bölümden oluşuyor, ilk bölümdeki öyküler kısa kısa, anlara odaklanmış. Giriş mahiyetinde bir öykücükte yazarlıkla küçük bir kız çocuğunun büyülü dünyası kesişiyor. Anlatıcı bir şeyler karalıyor, çocuk geliyor, adama okula gidip gitmediğini soruyor, kendince anlam çıkarıyor adamın yaptığından. Adam düşündüklerini yazdığını söylerken biraz suçlu, düşünmenin suç sayıldığı bir toplumda büyüdüğü için korku duyuyor. Kızın cevabı çok iyi: “Kaybolmasınlar diye mi?” Adam heyecanla cevap veriyor, bir şeyler kaybolmasın diye yazdığını söylüyor. Kızın ikinci söylediği daha iyi: “Beni de yaz öyleyse. Yaz ki, kaybolmayayım! Ben babamı yazmamıştım, kayboldu!” Of. İlk bölümün ilk öyküsünde muhtemelen aynı çocuk var, muhabbet sürüyor. Çocuk Kürtçe biliyor, adam çok bilmiyor ama arkadaş olduklarını söyleyebiliyor, aralarında bir sıcaklık. “Kuşkanadı” öyküsünde Habib Bektaş bir okulda, ilkokul çocuklarıyla muhabbet ediyor. Bir çocuk Bektaş’ın babasıyla arkadaş olduğunu söylüyor, Bektaş başını eğip cevap vermiyor. Konuşma bittikten sonra yanına gelip kızın durmadan yalan söylediğini anlatan öğretmene gerçekten de kızın babasıyla arkadaş olduklarını söylüyor, bozmuyor kızı. Bu tür inceliklerle dolu öyküler, çocuklarla dolu. Bir de korkuyla. “Edebiyat Makinesi”nde salonda konuşma yapan, metinlerinden parçalar okuyan bir yazar önündeki manzarayı önceden yazdığı metni okurken tam polislerin geldiği yeri okurken polisler gerçekten de geliyor, okurlar kurmacanın gerçeğe nasıl dönüştüğünü anlamıyor, yazarı alıp götürüyorlar. Okuduğu kitabın adı Türkiye’de Demokrasi. Biraz kör göze parmak olmuş ama yine de iyi. “Güler” bu açıdan çok daha iyi. Uzun zamandan sonra Taksim’e gelen anlatıcı biriyle buluşacak, beklerken etrafına bakınıyor ve değişimin hızından hayrete düşüyor. Güler geldiği zaman mutlu oluyor, Tünel’den Karaköy’e inecekler ama Güler binemiyor, karanlıktan korktuğunu söylüyor. Birbirlerine bakıyorlar, ağlamaya başlıyorlar. Öykünün son cümlesi: “Onu yarattığımda bilmiyordum yolunun işkenceye çıkacağını.” (s. 21) Anlatıcı bilmeden sebep olduğu acılardan ötürü acı çekiyor, kızı babasını görmekten mutlu ama yaşadıklarının yükünün altında eziliyor, içinden çıkılmaz bir durum. “Cephe” de sıkı bir taşlama, içinde Güler var, yıllar sonra karşılaşılan insanlar ve dile getirilmeyen bir dehşet var, devlet terörü yüzünden insanlar birbirleriyle kaynaşamayacak şekilde kırılıyor, araya giren uçuruma kurulacak bir köprü yok, sözlerden çatılan iletişim yavan, anlamsız. Bunların yanında döşeğinde ölümü yaşamanın ne olduğunu düşünen adamın öyküsü bir başka öyküye açılıyor ve tek kelimelik öykü, başlığını tamamlıyor. “Ölüm Döşeğinde Bile” “söyleyecektim.” (s. 31) “Tanımak” altı dizelik bir şiir gibi, kadın ve adam. Adam kadını tanımıyor, kadının iddiası. Adam çığlık çığlığa tanıdığını söylüyor, kadın başını önüne eğip tanımadığının kanıtını sunuyor, adamın haykırışını.

İkinci bölümde kısalı uzunlu birkaç öykü. “İncir Sepeti”, Ödemiş’in pazarında geçen tatlı bir hikâyeyi taşıyor. Üzümün ortasından tane almaya çalışan kızı uyarıyor satıcı, salkımın ortasından koparılmazmış, salkım incinir ve bakılışı bozulurmuş. Hemen tepeden bir iki tane koparılıp kıza ikram ediliyor, kız utanıyor, yan taraftaki incir küfesinin sahibi yörük kadına yanaşıp incirleri soruyor. Anlatıcı da karışıyor mevzuya, o da soruyor, oranın yerlisi olduğunu çaktıracak bir iki şey yapıyor, satıcılarla hoş bir muhabbet kuruyor. Kısacık öyküde yabanlık, yerlilik yemişler üzerinden anlatılıyor, hoş. “Dost Kazanmak Kolay Mı!” da benzer tatta bir öykü, limon fidesi hediye eden adamın amacı dost kazanmak, para kazanmanın aksine. Ardından gelen “Naylon Dünya”yla birlikte derdimiz tasamız artıyor, denizle tepeler arasındaki patikalarda yürüyen adam doğayı gözlemliyor, sonra yol kenarında can çekişir gibi gözüken bir köpeğin yanına çöküyor, hayvancağızı kurtarmaya çalışıyor. Köpek biraz kendine gelince ağaçların arasından bir adam çıkıyor, konuşkan biri. Can arkadaşı Ramo’nun köpeğinin çok yaşlandığını söylüyor ve dostluğun hikâyesini anlatmaya başlıyor. Ramo’yla ikisi çocukluk arkadaşı, zeytin ağaçları var. Topraklarına villa dikmek isteyen adamlar ortaya çıkınca Ramo’nun oğlu babasına baskı yapıyor ama satmak istemiyorlar atadan kalan toprakları, hatta Ramo kim satarsa diğerinin çekip vurmasını istiyor. Oğlan ağzından girip burnundan çıkıyor ne ki, toprağı satıyor, sattıktan sonra da onmuyor bir daha, bir süre sonra ölüyor. Diğeri direniyor, o köpek de işçileri rahat bırakmıyor, ağaçların kesilmesini engellemeye çalışıyorlar. Bizimki elindeki tüfekle havaya sıkıyor, yer gök kurşun sesiyle doluyor. İşçiler ve takım elbiseli adamlar gidiyorlar, jandarmayla geri dönüyorlar. Yapılacak bir şey yok, ağaçlar kesiliyor, inşaat başlıyor. Doğa katliamı insan katliamının da ötesine geçiyor, köpeği bile zehirliyor adamlar, o yüzden kötü durumda. Her şeyin naylondan olduğunu söylüyor adam, zeytinliğinin yerinde yükselen villalar, insanlar, duygular, her şey yapay, insanlar plastik çiçekleriyle mutlu, minicik bir saksıyla naylonluklarını unutmaya çalışıyorlar veya.

“Yer Gök Taş” yine kırsalda geçen bir öykü. Küçük bir çocuğun babasıyla, annesiyle ilişkisi, bisikletlere vurgunluğu, yalan söylediği zaman babasının üzülmesi, annesinin dayakları, bir büyüme hikâyesi. “Dedem Gözlerimin Dilini Bildi” son öykü, kitabın en sağlam öyküsü bence. Kreuzberg’de bir çocuk, bir bacağı diğerinden kısa, bu yüzden insanların sempatisi bitmek bilmiyor. Tatlı da bir velet, utangaç. Okuldan eve, evden okula gidip geliyor, yolda dükkânlara bakıyor, kitapçı bir abiden aldığı kitabı hemen okuyor, bitiriyor. Bir başkası başka bir şey veriyor, böylece eve dönene kadar eğleniyor. Dedesi memlekete dönmüş, annesi ve babası yanında. Anne hiçbir sebep yokken ağlamaya başlıyor, baba ortalarda yok. Sonlara doğru anlıyoruz mevzuyu, bisiklet tamircisi kızın arkadaşlığından keyif alıyor ama eve gitmesi gerekince istemeye istemeye çıkıyor merdivenleri, eve giriyor, Noel yaklaştığı için ağaç alıp almayacaklarını soracakken bir de bakıyor ki dedesi gelmiş. Hemen sarılıyorlar, sonra baba geliyor. Dedeyle baba kavgalı, baba zamanında meyhaneden çıkmayan bir adam olduğu için dede öfkeli ama en sonunda anlaşıyorlar, sarılıp gülüşüyorlar, baba düzelmiş çünkü. Noel ağacı almayacak yine de, gavur âdeti. Dede alacak onun yerine, çocuğu mutlu etmek istiyor çünkü. Aile bir arada, mutluluk zor da olsa sağlanıyor.

Habib Bektaş’ı seviyorum. Karakterleri çok sıcak, meseleleri derin, üslubu yumuşak.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!