1960’ların eleştirilerinde atılan zarların kaç geldiğini günümüzden görmek hoş, mesela İkinci Yeni üzerine yazılanlarda akımın tutması, tutmaması, belli koşullarla tutması veya tutmaması, lanetlenmesi, kutsanması, akla ne gelirse var. Manifestosu olmayan edebi hareketlerin hayatta kalamayacağını söyledikten sonra İkinci Yeni’nin neredeyse ölü doğduğunu söylüyor Turan, ortak bildiri olsaymış şairler kendi akımlarını yadsımazmış da zaten bir iki şair haricinde İkinci Yeni’yi istikamet belleyen İkinci Yeni şairi yok, şahsiyetlerini ve poetikalarını dile getirdikleri zaman duyarlılıkların yakınlıklarını görüyoruz bir. Olmayan bir kümenin kesişim muhtevası ne olacaktı ki, nasıl bir kolektif anlayış çıkacaktı ortaya? Bilemiyoruz, Turan bu sulara girmiyor hiç, tespitlerini ortaya bırakıp başka meselelere dalıyor. Gerçekle kurmacanın koşutluğuna bakışında yeni bir şey varsa günlükleri değerlendirme biçimidir. Taklitçiler‘de İngiltere’ye kaçan devrik diktatörle arkadaşı arasındaki mektuplarda ve mektupları değerlendiren diktatörün yıllar sonra yaptığı yorumlarda görüldüğü üzere özel yazışmalar özel yazışma olsun diye yazılmayabilir, bir gün değerlenip basılır diye mektuplar yazılır, bir gün çok mühim bir insan olacağını düşünen insan günlüğünü de o mühimliğe yaslayarak yazabilir. Kurar yani, günlükler günleri kurma biçimine dönüşebilir, bu biçim günlüğün sınırlarından taşar haliyle. İki ekmek alırız, patlak lambayı değiştiririz, kuşların kayalara konup konup havalandığını görürüz ve bunları yazarız da kuşlardan bir uçumluk kanat rica ettik mi bu başka bir şeydir. Mi? Ekmeklerin diğer her şeyden önce bozulduğunu yazarsak bir şeye göndeririz meseleyi, başka bir metne bulayıp tutar da günlüğe geri koyarız, burada sınırlar bulanıklaşır. Turan bu sınırların değişkenliğini ilk düşünenlerden midir acaba, diğer düşünürlerin metinlerini incelemeden bir şey söylemek zor da benim gördüğüm en açık tartışmalardan birine girişiyor ilk bölümdeki yazılarında, örneğin öykünün şaha kalkmadan önce edebi bağlamda arkaik bir dile, biçime yaslandığını, 1940’lardan itibaren büyük yeniliklerin görülmeye başlandığını söylüyor, Bilge Karasu’nun metinlerine öykü diyorsak Şükran Kurdakul’un metinlerine ne diyeceğiz? Öykünün yeniliği eleştirinin de yenilenmesini gerektiriyor, özgün formlara dair özgün yorumlar gerektiği için eleştirinin nitelikleri değişmeli Turan’a göre. “Öykünün kuralsızlığını söylemek kaçamak için yeterli bir neden değildir. Yazılanlar, araştırmalar, sorumsuzca bir yana itilemez. Bunların yazımın başında da söylediğim gibi incelenmesi gerekmektedir. Bunun için de öykü roman ayrımı yapmadan doğrudan doğruya yapıtlara eğilmeli ve düzünün özellikleri üzerinde durulmalıdır.” (s. 49) Turan eleştirmenlerden yana öyle umutsuzdur ki öykücünün öyküsünü açıklaması gerektiğini söyler, yazarın metnini delik deşik etmesini mazur görür. “Düzün”den kasıt “kurmaca” bu arada, iyi ki “düzün” sözcüğü tutmamış. Yazarların eleştiri görevini yüklenmeleri o aşamada gerekliymiş gibi görünüyor, bilinen formu kırıp kendi formunu yaratan metnin öykü olup olmadığını, daha doğrusu ne olduğunu başka kırıcılar belirleyebilir ancak. Bunun yanında yeni bir tanım mı, yoksa terim mi gereklidir bu yeni forma, ayrı bir yazının konusu. Turan’a göre iki yol var, ya öykü teriminin tanımını 19. yüzyılda aldığı biçiminden kurtararak günümüz öyküsünü de kapsayacak bir şekilde genişletmek ve geliştirmek ya da bütün bu birbirine yakın türleri “anlatı” başlığı altında toplayarak buna göre eleştirel yöntemler getirmek. Günümüzde iki yolun bir noktada kesiştiğini söyleyebiliriz sanırım, öyküyü genişlete genişlete anlatıya komşu çıkarmak mümkün. Sınırların belirgin olduğunu varsayıyoruz tabii, bu tartışma aslında sınır ihlallerinin belirlenmesine dair. Kolektif karara dayanan edebi sabit bize neyin ne olduğunu gösteriyor aslında, çoğunluğun bir metnin neliğini belirlemesi.
“Akımların Tutunması” sistemli bir yapıyı içerdiği için anmaya değer, Turan yazarların güçlerine, yazış bütünlüklerine ve en önemlisi eleştirmelere göre bir akımın tutunup tutunamayacağını belirliyor. Yazar açısından baktığımızda akıma olumlu ya da olumsuz etki edenlerini görmeli, örneğin bir yazarın edebi anlayışına tepki olarak yeni bir anlayış ortaya çıkabilir, yazar her an putlaştırılabilir ve yenilikçi yazarlarca kırılabilir, tabii bunun tam tersi de geçerlidir. Diğer yandan Turan’ın “anne yazar” dediği kaynak noktası bir akımın pek çok sanatçısını etkileyebilir, “önceden intihal”i anımsatan bir şey. “Örneğin İkinci Yeni ozanlarının çıkış ozanı Ahmet Muhip Dıranas’tır bence. Ama adı İkinci Yeni ozanları arasında aranmaz, söylenmez hiç. Oysa Dıranas salt şiirin yurdumuzda ilk yazarıdır. Öte yandan İkinci yeni ozanları ona sık sık başvurmuşlardır. Bu akımın en güçlü ozanlarından saydığım C.S., Dıranas’tan olduğu gibi köğükler almaktan çekinmemiştir. Bunu ayıpladığım için söylemiyorum, salt etkiyi belirtmek için söylüyorum. Yoksa bir ozan ötekinden köğükler aktardığı için ayıplanamaz. buna İkinci Yeni’yi kendisinin yarattığını söyleyen bir ozanımız çokça kızacaktır, biliyorum ama gerçek de budur.” (s. 12) Yazarlar biçimce, özce güçlüyse yazar zaten tutunur, akım da tutunur, Dada yazarlarının tutunamamalarının sebebi gücün damla damla değil, metne boca edilerek kullanılmasıdır. İkinci etken bütünlük, sanatçılar belli bir estetik algıya sahipse, benzer duyuşları taşıyor ve aktarıyorlarsa kolay kolay dağılmazlar, akımı büyütürler. Eleştirici de önemlidir, yazarın ne yazdığını belirlediği gibi akımın özelliklerini de belirlemelidir eleştirici. Turan’dan ilginç bir yorum daha var burada: “İşte İkinci Yeni: akım çıktığı yıllarda, daha sonra, koşullar üstünde yeterince durulmadı; akım aydınlatılmadı; yıkılıp gitti, topu topu bir iki elle tutulur yazı yayınlandı. Tam bir eleştirmesiyse hiç yapılmadı.” (s. 14) Bu yazı 1963’te yazılmış, biraz erken bir yargı Turan’ınki. Sanki.
Metin eleştirilerine geleyim. Turan döneminin eserlerini yakından takip eden, eserler hakkında yazıp çizmekten çekinmeyen bir eleştirmen kimliğiyle karşımıza çıkıyor ikinci bölümde. Metin Eloğlu’nun Türkiye’nin Adresi nam kitabındaki şiirlerine, dönemin şiir anlayışına dair tespitleridir: 1950’lerde ortaya çıkan şairler 1960’tan yana pek bir gelişim göstermemişler Turan’a göre, dikey değil de yatay bir seyir izlemişler, Eloğlu da şiirini ilerletmemiş de genişletmiş. Yontmuş, düzeltmiş, şiirini fazlalıklardan kurtarmaya çalışmış ama kendine has buluşlarının ayarını kaçırmış. Fethi Naci’nin Salâh Birsel’e yönelttiği eleştirinin benzerini Eloğlu’na yöneltiyor Turan: “Yazının başında Eloğlu’nun daha çok Türkçe’nin verilerinden yararlandığı ve dile, dilin özelliklerine bağlı bir yazar olduğunu söylemiştim. Dile bağlı derken Eloğlu’nun salt kendine özgü türetmelerini, yapma sözcüklerini anlamıyorum. Zaten bu yapma sözcükler ancak bir anlık bir etki yapabiliyorlar; o da şaşırtmanın yarattığı etkidir. Yoksa bu çok özel, yapma, dilin düzenli ve yerleşmiş yapısında bulunmayan sözcükler okuyucuyu zorluyor ve şiirlerin gerilimini azaltıyor. Hele dil çalışmalarına ne de olsa uzak olan okuyucular göz önünde bulundurulursa Eloğlu’nun bu övülecek, kutlanacak çabası anlamını yitiriyor; Eloğlu daha çok bir ozanların ozanı olma durumuna geçiyor.” (s. 75) Turan’ın Cemal Süreya’ya, Turgut Uyar’a yönelttiği eleştiriler değerlidir, Eloğlu’nun dizelerinden örneklerle öne sürdüğü savlar da dikkate değer, bunların yanında eleştirilecek görüşleri de var. Özellikle şiirde sözcüklerin bir anlık etkiden ibaret olduğunu hiç sanmam, o sözcük şiirle birlikte sürer, hatta şiir bittikten sonra başka bir şiire de taşabilir, bir sözcüğün işinin bittiği görülmüş şey değildir pek. Eloğlu’nda kaçık bir ayar yoktur, Turan’ın üfürme sözcükleri anlamaması ayar kaçıklığını göstermez, sözcük uçuculuğunu da göstermez, Turan’ın üfürme sözcükleri anlamadığını gösterir. Okuyucuya göre şiir yazmanın üzerinde zaten durmamalı.
Turan’ın şiir yorumları, öyküye dair görüşleri, romanı şöyle bir kündeye alması görülmeli, okunmalı.
Cevap yaz