Güzel insanlardan daha çok şey dinlemek isterdik de Oral’ın aşırı coşkulu, neredeyse histerik yorumları doldurmuş yazıları. Özetliyorum: Hemen herkes sanatı için yaşamını feda etmiştir, müzikle yiyip müzikle içmiştir, romanları toplumsal yaşamımızın en güzel anlatımlarıdır, şiirleriyle “kahkaha çiçekleri” üretmiştir, iyilik ve şefkat doludur, yaşadığı gibi yazıp yazdığı gibi yaşamıştır, çaldığı gibi yaşayıp yaşadığı gibi salmıştır, direnci kahkahaya ve kahkahayı dirence, onu ondan alıp buna ve bunu ondan alıp şuna şey etmiştir, hislidir, derindir, hassastır. Herkes muazzamdır, süperdir, pırıl pırıldır. Esas kısımlara gelelim, başlangıç Abidin Dino’yla. 1964’te Nâzım Hikmet’i anma gecesi düzenlenmiş, Paris’teki bu etkinliğe Oral da gitmiş, Dino’yla Louis Aragon’un masasında bulmuş kendini. Abidin Bey herkese karşı çok nazikmiş, hep “siz” dermiş Oral’a da sonradan “sen”e dönmüş. “Anlat bakalım,” dermiş, Türkiye’deki gelişmeleri duymak istermiş. Anılara da yer var, Dino ilk çalışmalarından birini Atatürk’le yürütmüş, çizgilerle röportaj. Atatürk resmine bakmış, beğenmiş de önündeki kadehi kaldırmasını istemiş Dino’dan. Dino bir şart sürmüş öne, eğer Atatürk resmi imzalarsa kaldıracak. İmza atılmış, rakı kadehi kaldırılmış, sonra Atatürk Dino’ya bir içki ısmarlamış. Aylar sonra ikinci kez karşılaştıkları zaman, “Merhaba ressam,” demiş Atatürk. Poğaçacı görseymiş çok matrak olurmuş. Dino’nun arkadaşları saymakla bitmezmiş, Babel’inden Şostakoviç’ine, Cocteau’sundan Stein’ine pek çok sanatçı var listede. Oyun, senaryo, öykü de yazmış Dino, bir ikisini Sel basmıştı, kurguya hayran olmuştum. Satılmayacakların arasına koydum o kitabı, o kadar iyiydi. Yazmış da oynatamamış, yayımlatamamış Dino, metinleri polisin eline geçince yasaklanırmış, geçmeyince yasaklanırmış, en sonunda basıp gitmiş buralardan. “‘Türkiye’den ayrılmam için, ilgimi kesmem gerekirdi. Oysa kafam ve yüreğim Türkiye’de. Burada, Fransa’da yaşadığımı söyleyemem. Burada, Türkiye’yi yaşıyoruz. Avrupa ülkelerinde, iki milyon Türk emekçisinin çoğu da böyle yaşıyor…’” (s. 21) Meşhur sorunun cevabı da var, mutluluğun değil de sevincin resmini yapabilirmiş Dino, uçucu sevincin. Hiçbir şey sürmezmiş, hele mutluluk. Anlık ne yakalarsa oymuş Dino.
Ahmed Arif’le röportaj. Oral çocukluğunu anlatmasını istiyor, Arif’in söylediği ilk sözcük: “Öksüzüm.” Babası nahiye müdürü, eşkıya peşinde koşuyor, ölümle burun buruna yaşamlar. Sevgi sızıyor araya, o boşluğu insanlar açıyor, okuma yazması olmayan bir adam Arif’in hamiliğini yapıyor ve hayatı sevmeyi öğretiyor. O sıra kan davaları, husumetler gırla, Arif’in ailesiyle bir aşiret arasında çatışma çıkıyor, sığındığı yerden izliyor Arif. Çocukluğundan sağ çıkıyor, ortaokula başladığı zaman Urfa Halkevi’ne gelen bütün dergileri okuyor, Nâzım Hikmet’in şiirleriyle tanışıyor. Liseyi Afyon’da okumasını istiyor babası, silahların arasından kitapların arasına. 1948’de ilk kez tutuklanıyor, 1951’deki solcu avında bir daha, alışkanlık haline geliyor artık. İş vermiyorlar, Dino’nun yardımıyla bulduğu geçici işlerde çalışıyor da polisler her seferinde gelip işinden ediyorlar. Sansaryan’dayken bir telgraf getiriyorlar, annesi hemen çağırıyor, babası ölmek üzere. Dünyası yıkılıyor Arif’in, çıkarmıyorlar, sonra telgrafın dümen olduğunu söylüyorlar, babası meğer oğlunun yurt dışına kaçtığını düşünüyormuş. İnsanlık dışı işler, rezillik.
Oral, dostu Azra Erhat’ın ölümü üzerine bir yazı yazıyor, ardından Haldun Taner gazetedeki odaya elinde bir kırmızı gülle geliyor, yazıyı yüksek sesle okuduktan sonra gülü Oral’a verip teşekkür ediyor. Erhat’la son röportajı yapan Oral’ın anlattıkları sonlara doğru ilginçleşiyor, başta Erhat’ın fakülteden kovulması var. Ne suç işlediğini soruyor Erhat, gavurla evlendiğini söylüyorlar. O zamanlar akademisyenlerin yabancılarla evlenmesi yasak. 1971’de hapse atılıyor, çıktıktan sonra işinden atılıyor. Biraz daha geriye gideyim, Erhat 1934’te üniversite öğrencisiyken Sabahattin Eyüboğlu asistan, birlikte çalışıyorlar, Erhat yemekler pişiriyor, kendini beğendirmeye çalışıyor da Eyüboğlu’ndan gelen bir şey yok. Saygıdan başka diyeyim, Eyüboğlu hiç yüz vermemiş. Balıkçı ortaya çıkınca kıyameti koparmış ama, olmazmış öyle şey. Kıskançlıktan o fırtına, Erhat’ı yazar yapan Balıkçı olduğu için. Eyüboğlu’yla Balıkçı çok iyi arkadaşlar, bir gün meyhanede içiyorlar, masada Füreya Koral ve Fikret Adil de var. Balıkçı durmadan konuşuyor, Eyüboğlu araya girip Erhat’ın İlyada‘yı çevirdiğini söylüyor. Şaşırıyor Balıkçı, metnin çok değiştiğinden bahsediyor, gece boyu tartışıyorlar. Muhabbet bitmeyince Erhat’ın adresini alıyor Balıkçı, ertesi gün İzmir’e gideceği için lafının gerisini mektupla göndereceğini söylüyor. Kısa süre sonra mektup geliyor, tam seksen sayfa. Öyle bir mektubun cevabı kâğıda sığmaz, atladığı gibi İzmir’e gidiyor Erhat. Balıkçı bambaşka bir dünya, uçuyorlar resmen. Eyüboğlu indirmeye çalışıyor, Erhat’la Balıkçı başka dünyadalar. “‘Tabulara boş verdim… Çevremden çok eleştiri gelmedi bana… Nasıl yuttular bilmem… Kimseden bir saygısızlık görmedim…’” (s. 87) Mavi Yolculuk’un kadınlara yasak olduğunu söylemiş Eyüboğlu, Balıkçı bu kuralı yıkmış da aralarına öyle katılabilmiş Erhat, bu da ilginç. Başkalarını da anlatıyor, Orhan Veli’yle müthiş bir ekip oluşturmuşlar mesela. Bir günde Molière çevirmişler, çok eğlenmişler birlikte çalışırlarken. Orhan Veli’nin sadece sevdiği eserleri çevirirken mutlu olduğunu okudum bir yerde, nerede? İş arkadaşı da iyi olduğuna göre mutlu bir çalışma hayatıdır oradaki, ikisi de çok şanslılar.
İsmet Ay. Süper Baba ve Tatlı Kaçıklar‘da hayranlıkla izlediğim, başka da hiçbir yerde izleyemediğim oyuncunun yaşamı tam tipik sanatçı yaşamıymış meğer. Tarlabaşı’ndaki Şato’sunda otuz beş yılı devirmiş Ay, Madam’dan kiraladığı odayı sanatıyla tıka basa doldurmuş da yine yer bulmuş yaşamına. Ailesi okumasını istiyor, İstanbul Lisesi’ne gönderiyorlar. Ay okula gitmiyor, Dram Tiyatrosu civarında takılıyor. Ankara Konservatuvarı’nın sınavına girdiği zaman on altı yaşında, Sadri Alışık ve Mücap Ofluoğlu da sınayacaklar kendilerini o gün. Romeo ve Juliet‘e çalışan Ay sırası gelince oynamaya başlıyor, kısa süre sonra kahkahalar yükseliyor çünkü Juliet’i oynuyor Ay, üstelik maharetle. Gülen jüri üyelerinden biri yerinden fırlayıp Ay’ı öpüyor, tiyatronun çağ atlamasını sağlayan Carl Ebert. Sabahattin Ali, Orhan Burian gibi isimler de var jüride, kısa süre sonra Ay’a sınavı kazandığını bildiriyorlar. Sevinçle gidiyor okumaya da Ankara yaramıyor, İstanbul’a döndüğü zaman Muhsin Ertuğrul’u buluyor ve hemen ertesi gün provalara katılmaya başlıyor. Yine terslik, askere alınır ve Samsun’a yollanır. Ertuğrul’un mektubu gelir ardından, hocası “hercai tabiatından ötürü” Ay’ı iğneler, muvaffakiyetler diler. Yolları ayrılmamıştır bir süre sonra Şehir Tiyatrosu’nda bir araya gelirler ve Ay’ın gösterisi başlar. Güner Sümer bir karakterini başarıyla canlandırdığı için teşekkür eder Ay’a, yine de heyecandan kurtuluş yoktur. Kimse sorsa iyi bir oyuncu olduğunu gönülden söyleyecekken çok korkar Ay, bir gece sahneye çıkmadan kısa süre önce Haydarpaşa’ya bakar, trenlerden birine doğru yürümeye başlayacakken omzunu bir el tutar. Muhsin Ertuğrul. “Doğru sahneye, kaçamazsın,” der Ertuğrul, güç verir. Sahnede elli yıl sonra, ellinci yıl töreninde beş bin yıllık öğretmenine teşekkür eder Ay, elindeki çiçeği yere bırakır ve diz çöküp sahneyi öper. Salondakilerin gözlerinden yaşlar süzülür, İsmet Ay biraz daha yaşlanır, 2000’lerin başında hayata veda eder.
Daha pek çok sanatçı var da bazılarına dair hemen hiçbir şey yok, mesela Gülten Akın’ın bölümü hayal kırıklığı, Onat Kutlar’ınki de. Fena olmayan portrelerin hatırına okunur bu kitap, Ruhi Su için mesela.
Cevap yaz