Gamze Güller – Beşinci Köşe

Durumları genişletiyor Gamze Güller, karakterlerin o an içinde bulundukları ve geçmişlerinden getirip o andaki durumda çatışma yaratanları. “Bal Kemiği” böyle, gizi başta açık etmeyip kademe kademe aydınlattığı için, ne demeli, “merdiven öykü”. Yemek masası, köfteler löp löp gidiyor, Sadık Usta hikâye anlatıyor müşterilerine. Ormana ava giderlermiş, geçende başkan da gelmiş onlarla birlikte, bal kemiğine bayılmış. Karacaların kalbini koruyan tek bir kemik, azıcık eti olurmuş, sıyırarak yenirmiş. Yavru hayvan tabii, Sadık Usta aman başkanı bilmesin diye tembih ediyor anlatıcıyla Cem’e. Fazladan bir basamak, bizimkiler başkanı tanısalar tembihin anlamı olacak ama karşılaşmıyorlar, karşılaşacak gibi değiller. Memet varmış, deli gibi bir şeymiş, karaca maraca dinlemeden vururmuş. Bir deli o mu, Sadık Usta’nın vurduyla işi yok mu, muamma. Utancından bir şey gizlediği sezilebilir, anlatıcı da taşlarını hemen dökmediği için utanca yakın bir duyguyla dolu olduğu düşünülebilir, ileride hayal kırıklığıyla öfke de çıkacak ortaya. İşte, başkan dürüst, namuslu adammış, İstanbul’a otobüsle gidip gelmiş, öğretmenevinde kalmış, iyi adammış. Mekan neresi, İnceburun’a uğramayı öneren Cem bir basamak koyacak. Yoldalar, yemeğe uğramışlar, tekrar yola koyulurken anlatıcı fiştekliyor: belki başkan da biliyordu ne yediğini? Cem kötü kötü bakıyor, Sadık Usta’nın yüzü kırışıyor, anlatıcı saklıyı eşeliyor o sıra, bilmezden gelmenin yaşamında yarattığı sancıyı açığa çıkarıyor. Bazen ayarı kaçırıyor, fazla malumat sunuyor: “Sonuna kadar zorlayacaktı bu yolculuğu, biliyordum. Oysa duraklardan birinde bir otobüse atlayıp dönme ve bu tiyatroyu sona erdirme ihtimali yüksekti. Bunu hiç düşünmüyor gibiydi. Bir çıkmazda değil de romantik bir tatildeymişiz gibi davranmaya devam ediyordu.” (s. 12) Öykü sessiz sessiz yürürken güm diye düşüyor burada, kalkıyor, Cem kampla ilgili bir hikâye anlatıyor. Anlatıcının aklına gelen şey kampta Seda’nın da olup olmadığı, basamak. Av hikâyesi yine, ilerledikçe anlatıcı şehre dönmek istiyor, Cem’in anlattığından kan çıkacak çünkü, anlıyor. Dönüş yok, o duruma düşmek zorundalar: vurulan belli değil, ortalık kan revan, anlatıcı iyice aymış da kurtulmaya çalışıyor. Nihayetinde Cem’in eşinden ayrılmaya niyetinin olmadığını öğreniyoruz, anlatıcı yaralı bir hayvan gibi debelenip kurtarıyor kendini, Cem’in hikâyesindeki kayıp hayvan. Bitebilirdi, bitmiyor, Cem’in hayvanı vurma hikâyesindeki -vurulanın insan da olabileceği geçiyor anlatıcının düşüncesinden, köfteyi çakmak artık kolay olduğu için lüzumsuz, belki dikkatsiz veya yetersiz okura işaret ama anlayana göze giren çöp- atıcının Cem olup olmadığını soruyor anlatıcı, son. Dışarıda bırakılanları vakumluyor, içeri dolduruyor bazen öykü, onun dışında iyi.

“Gerçek Hayattan Fotoğraflar” gizsiz, sondaki klişe taklayla değersizleşiyor ama yitmiyor tamamen. Sinan işini erken bitiriyor, çok sevdiği omleti yemek üzere mekana yürüyerek gidiyor, her yere arabayla gittiği için öbeği möbeği saldığından bir teselli. Saçları sağlam, beyazlamış ama kadınlar seviyormuş öyle. Stüdyosunda yalancı kar fırtınaları, replika yaz sahneleri, yürürken avcuna düşen kar tanesinin soğuğundan -ve gerçekliğinden- etkileniyor. Kıps. Kafeden içeri giriyor, doldurma bölümler işte, çatal bıçak sesleri, müzik, gürültü. Oturuyor, siparişini veriyor ve yandan biri adını ünlüyor. Tanıdık ama tanımadık, Sinan adamın kim olduğunu hatırlamıyor, bezginlikle bakıyor adama. Kesin tanışıyorlar, Rıfat hiç değişmediğini söylüyor Sinan’ın. Hoşbeş, gerçi Sinan için sıkıntılı bir süreç, Rıfat’ın başarılarına geliyor mevzu. Savaş muhabiri, hareket neredeyse Rıfat orada, ödüller, başarılar. Okulda Sinan’a imrenirmiş Rıfat, o kadar başarılı fotoğraflar çekemeyeceğini düşünürmüş, hayatı fotoğraflamak istediğini söyleyen Sinan’ın seviyesine ulaşmak zormuş da ne haldeler, Rıfat muhteşem bir hayat yaşıyorken Sinan stüdyosunda ıbık cıbık çekiyor. Konuşmanın sonunda evine dönüyor Sinan, fakülte yıllarında çektiği fotoğraflara bakıyor, hesaplaşma. Rıfat’ı arıyor sonra, yok. Sigara içme yasağı var ama Rıfat puro çıkarıp yakmıştı. Basit yani, “insanın kendisiyle karşılaşma konulu öykü” ödevi olsa gider.

“Beşinci Köşe” biçiminden ötürü hoş. Köhne asansöre binen çiftin gerginliği, alçalıp düşen tansiyon kattan kata değişiyor, her katı bir bölüm olarak okuyabiliriz. Yedinci katta film bahsi, adamın verdiği filmi izlememiş kadın henüz, eğer izleseymiş adamın bahsettiği mevzuyu daha iyi anlayabilirmiş. Hangi mevzu, kadın sorarsa tuzağa düşeceğini biliyor, adamın çukurlarından yılmış artık. Adam biraz çıtlatıyor, filmde de bir çift varmış, asansöre binerlerken sevgililer ama… Gerisini sormuyor anlatıcı, tuzağa düşmüyor, adam ilgisini yitiriyor. Anlatıcı fazlalık olduğunun farkında, çocukken kapılan köşelerden biri değil o, beşinci bir köşe. Adam da sığır var olsun, seyretmeyecekse filmi geri vermesini istiyor anlatıcıdan, sonra şaka yaptığını söylüyor. Katlar boyunca kalınlı inceli didişmeler, anlatıcının yavaş yavaş kaynaması ve patlamalı bir son. Görmezden gelinesi bazı şeyler var yine: “Birinci kata geldiğimizde ekran yanıp sönüyor, ama çınlama duyulmuyor. Işıldayan rakam bana bütün ömrümün özetini veriyor: Hayat: 1, Ben: 0. Ve tek başıma olduğumu bir kez daha hatırlatıyor bana. Ben ekrana bakıyorum, o aynaya bakıp saçını düzeltiyor. Kalanları yani. Aslında olduğundan daha yaşlı görünüyor. Göbeği iyice büyüdü son günlerde.” (s. 33) Benzer biçimde kurulmuş “İyi Bir Adam” tipik bir dönek hikâyesi, “ihtiyar bir yılan gibi kıvrıla büküle uzayıp giden kuyruk” yetişkin bir yılanın çağrıştırdığı kuyruktan farksızsa ihtiyarlık neden, anlatıcının yaşlılığından, tamam da bunu yılana yıkmanın niyesi? Anlatıcı sırada bekliyor, sıra bir bir ilerliyor, o sıra anlatıcı geçmişte yıkmak istediği düzenin bir parçası haline gelmesini sorguluyor, uzunca bir iç monolog yine. Ödevmiş gibi okunur, bunun dışında neymiş gibi okunur bilemiyorum. Ankara’da caz barların eksikliğini duyumsamak mı sınıfı gösteren, eh, caz bir zengin müziği olarak görülüyorsa tamam.

İki iyi öyküyle bitireyim, “Kirazların Açtığı Gün” yine bir merdiven öykü, gerçi merdivenliği ilk öyküdekinden daha belirsiz çünkü arayan, aranan, mekan daha en başından boca edilmiyor da bolca dökülüyor ortaya. “Bakır tenli, kara bıyıklı adamların bana dik dik baktığı bir dolmuşun içinde, yıllardır yaşadığım şehrin, hiç bilmediğim bir mahallesine gidiyordum. Buraya daha önce hiç gelmemiştim.” (s. 40) İkinci cümleyi atalım, berisi zaten besbelli, ötesinde bağlandığı bir şey yok. Anlatıcı ter kokusuna dayanmak için mendili burnuna dayamış falan, tipi oluşturduk kafada. Döne’yi arıyor kadın, evini çekip çeviren hizmetçisini. Gelmemiş bir gün, ortadan kaybolmuş Döne, bütün işler güç olmuş ama anlatıcının öfkesi hangi noktada dinmiş acaba, yani anlatıcının çocuğunu ters çevirip kafasına kan gitmesi için akrobasi yaptıran biri Döne, başka tuhaflıkları da var ama anlatıcı hoşgörüyle bahseder hale gelmiş, değişime yol açan herhalde işlerin öylece kalması değil. Anlatıcının eşi Necati bir kadınla bile başa çıkamadığını söyleyip kızmış eşine, bir sığır adam daha, tip. Anlatıcı kenar mahallede Döne’yi arıyor, akıllılık yapıp havanın kararmasına yakın gitmiş oraya, böylece daha rahat soyulabilir. Peşine takılan iki adamın yanına yanaşıp çantasını çorlamasıyla bitiyor öykü, Döne kayıp, anlatıcı kalakaldı. Farklı sınıflardan iki kadının dostluğu değil, iç burkan bir arayış hikâyesi hiç değil, mesafeyi ortaya çıkaran bir durum. Yarım gözle aramanın iyi bir örneği. “Son Durak”ı kitaptaki en iyi öykü ilan ediyorum ve bitiriyorum, işe gitmem lazım.

Ortalamanın üzerinde bu öyküler, Güller’in diğer kitabını -işe gideceğim ya, bakamadım- çok beğenmiştim, bunun bir iki öyküsünü beğendim. Bir iki öykü kitabı okutur, fazlasını bekletir çünkü. Güller’den fazlasını beklerim, sunar.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!