Hans Blumenberg – Gemi Batıyor Seyrediyorlar

İnsan, kara, deniz, gemi, liman, fırtına, batış, yolculuk, ilerleme. Tamam? Karadayız, güvendeyiz, açık deniz bilinmeyeni imliyor, çağlar önce bilinen dünyanın tey kuzeylerinde okyanusun döküldüğü sonsuz bir boşluk olduğu düşünülürmüş falan, o zamanlardan başlayarak geminin anlamını, eğretileme kaynaklı duyguların ve alımlamanın tarih boyunca değişimini gösteriyor Blumenberg. Tehlike vardır, bunun yanında menzile ulaşmanın huzuru ve güveni de vardır, kuşkucu ve Epikurosçu yaklaşımlarda açıklardaki sakin deniz saf, eksiksiz bir mutluluğun yansıması. Denizin gerçekliği pek az kuşku uyandırırmış eskiden, Poseidon’un çalkalamaları sonucu oluşan depremler bir yana, mitik canavarlar açıklarda kol gezmektedir, sakinliği sırf hava olayına bağlamamalı. Miletoslu Thales depremleri geminin deniz üzerindeki salınımına benzetir, kara parçaları da bir okyanusun üzerinde yüzmektedir fikrince. “Öncü filozof, bu görüşüyle benim de hareket noktamı oluşturan eksenle bağlantı kurar: İnsan, karada yaşayan bir canlı olduğu halde, hayatı deniz yolculuğu imgeleriyle anlatmayı yeğler ve bu da kendine özgü bir karşıtlık anlayışıdır.” (s. 11) Blumenberg’e göre insana özgü kurumların ve mekanın doğal sınırı olan deniz aynı zamanda güvenilmezliğin, yasa tanımazlığın, yönetilemezliğin alanı, mesela Hıristiyanlık denizi kötülüğün kaynağı olarak görmüş, Yuhanna’nın müjdeleri arasında İsa’dan sonra denizin “olmayacağı” var, bu her şeyi yutan “madde” Odysseus’un vatana dönememesinin, anlamsız bir biçimde dolanmasının sebebi ki insana özgü tüm yolculuklarda kutsal bilinenlere bir başkaldırının saklı olduğunu da öğreniyoruz ilerleyen bölümlerde. Kavramların, nesnelerin bugünkü anlamlarını çağlar öncesinin metinlerindeki içerikle kafamıza göre denkliyoruz da tam karşılığı bilmeden neleri yitiriyoruz kim bilir, misal İlyada‘yı okurken denizin kuşattıklarını kaçırdım, artık tekrar okumam gerek. “Para” diyelim, Hesiodos tümüyle Zeus’un etkisi altında olmayan denize güven duymaz çünkü Poseidon’un zıpırlığından korkmaktadır, kardeşi Perses’in denize açılmasına karşı çıkmaktadır, sonra denizle aynı akıcılığa sahip parayı gömer ve “acınası insanlar için yaşam kadar değerli” olduğunu söyler. Ben İşler ve Günler‘i okurken Hesiodos’u maraba olarak düşünmedim tabii, dipnotlar da sağ olsun, gözlerim o çağın ışığına ayarlandı da bilişsel yapım bu tür bağlantıları yakalamamı sağlayacak biçime sahip değildi, bu yüzden kaç köfteyi çakamadım bilmem. Çevirmene ve editöre çok iş düşüyor, özellikle antik metinlerde. Şimdiden teşekkürler. Evet, gemi olayını başlatan Lucretius’un şiirine geliyoruz, geminin batışıyla ortaya çıkan durumun yorumlamalarına. Horatius’un “devlet gemisi” eğretilemesini biliyoruz, anlamı çağlar içinde değiştiyse de hâlâ kullanılıyor, tanrıların ayırdığını birleştirme çabasının sonucunda batacak olan gemi bu. Horatius’a göre havada uçmak (İkarus) ve ateş çalmak (Prometheus) kadar öfke uyandırıcıydı denize açılmak, Poseidon’un ceza sebebiyle olsa bile başta Truvalıları desteklemesini buradan okusak bir şey çıkar herhalde. Gemi kazasını atlatmanın felsefi bir erginlemeye yol açması bir bedelin ödenmesiyle ilgili, karaya çıkan kazazede, Sokratesçilerden Aristippos, Rodos’un kumlarına çizilmiş geometrik figürlerden uygar aklın o adada kök saldığını anlar, kentin “lisesine” gidip felsefi tartışmalara girer, umutsuz durumunda bile bir çözüm, bir çıkış yolu bulur. “Felsefe öğrenimi görmüş bir beyin” gelişme sancılarıyla terbiye edilir, ardından yalnızlığa gömülecekken benzerlerini bulur, sanki tanrıların öfkesini felsefeyle yumuşatır. Joachim Rhetikus matematik kürsüsünü bırakıp Prusya’nın bilmem nerelerinde yaşadıkları söylenen astronomi yenilikçilerini aramaya başlar, gezisini Aristippos’un gemi kazasına benzetir, benzer bir ödüle sahip olmuştur nihayetinde. Bir iki örnek daha, sonuç: “Her zaman olduğu gibi içselleştirilen servet, varoluş gemisi batığında kurtarılabilen değil, kendini keşfetme ve kendine mal etme sürecinde erişilebilen servet olarak görünüyor. Dünyadaki ilişkilerin güvenirliğini bir kenara bırakmadan çok önce, kuşkucu öğretiye dayalı antropoloji, bunun zarar uğrama tehlikesi bulunmayan ve yitirilemeyecek bir töz olarak görülmesi gerektiği yönünde bir tanımda bulunur. İçten erişilemeyen dışa -bu konuda Montaigne, tamamen Descartes’ın görüşlerine dayanır- buna da dıştan erişilemeyen iç kavramı tekabül eder.” (s. 21) Kuşkucular böyle cesurca çıkışlar yapmazlar, sıkıcı gelmeyen bir sükunetin iyi olduğunu söylerler, Montaigne de buradan el alarak kendimizi o kadar da önemli görmememizi, yaşamla ilgili duyguların biz olmadan da sürebileceğini söyler, öznel varoluş içteki geminin batışını gözden kaçırabilir, dışa bağlı olduğunda yekten batabilir. İzleyenlere gelelim, batan gemi hayatta kalma başarısı demektir onlar için, kötü bir şehvet duygusuna kapılırlar çünkü dünya ile ilişkinin temelinin mutluluğu bulmak haline geldiği zamanda ne yapacaklar başka, he? Goethe, Pascal ve Nietzsche’nin batan gemiyle ilgili düşünceleri kendi zamanlarında yaşanan siyasal ve toplumsal olayların yankılarından doğuyor, gerçi Nietzsche yolculuğa çıktığı, Cenova ile Messina arasında dolandığı sırada anlıyor sakin denizin acı çekeni teskin etmesini, bu eğretilemeyi kullanan Epikuros’u.

Aydınlanma gelsin. Kazadan etkilenmemenin tadını hiçbir şeyde bulamayız, uzaktan izlemek süperdir, Epikuros felsefesi güvenli zemine sahip olmanın kazancını aktarır da mutluluk gereksinimiyle fiziksel gerçekliğin acımasız direnimi arasındaki ayrım açıklığa kavuşmalı: nesnelerin verdiği onur değil de atom girdabı karşısındaki özsaygı keyif verir. Blumenberg’in Lucretius’tan mülhem yorumu: “Birey olarak insan, oluşan ve yok olan evrenin bu kuramında, felaket getirici kimliğinden de, verimlilik kimliğinden de bir kazanç sağlayamıyor.” (s. 39) Buna rağmen insan denize açılıyor, savaşların da patlamasına neden olan itkiyi bu şekilde deneyimliyor çünkü insan ölümün girdabında. Aydınlanma bu görüşün tam karşısında yer alıyor, gemi kazaları tüm dünyada yolculuk yapmanın bir bedeli, felsefece dışlanmış olan tutkunun, sanatla dile getirilen tutkunun saf aklı ortaya çıkarmasına yol açan araç aynı zamanda. Voltaire böyle buyurur: deniz kazası muhtemel, yine de tutkunun peşinden gitmek gerekir. “İzleyici de artık hakikatin kenarında bilgeliğin ayrıcalıklı varoluşunun bir figürü değil, yaşama ruh verdiği kadar, tehdit de oluşturan tutkuların bir bileşeni olur.” (s. 47) Meraktır mevzu, merak eden tehlikeyle yüz yüze gelerek ödülünü alır. Bu görüşe karşı çıkan Papaz Galiani tehlikeli sonuçları dikizleyenlerin karada olduklarını söyler, tiyatro izler gibi izlerler yaşananları, meraksa yalnızca bizi kendimizle ilgilenmeye iten bir duygusallıktır. Tabii aklın yüceltilmesiyle birlikte bilimlerin ağırlığı iyice hissedilir, geminin sınanacağı tehlikeler tekniğin ve bilimin konusudur artık. Blumenberg bu noktadan sonra geminin batışı eğretilemesinin toplumsal olaylardaki karşılığını arayıp bulur, Fransız İhtilali’ni açık denizde batan bir gemiyi izler gibi izlemenin sebeplerini sorgular ve tiyatronun Fransa’da tutunup Almanya’da -en azından o dönem- kök salamamasını inceler. Tarih karşısında izleyici olup olmamak esas Goethe’nin durumunda açığa çıkıyor, yazar koca bir bölüm ayırmış Goethe’nin ulusal hassasiyet derecesine, özetlemek gerekirse Goethe’nin bir tarih felsefesi, bilinci yok, Napolyon’un Jena Savaşı’nı kazanmasının ardı: “Luden’in yazısında, birçok insanın söz konusu yenilginin yarattığı üzüntü karşısında umursamaz bir tutuma girdikleri belirtilir. Goethe’nin de genel yazgıdan etkilenmemiş olması yurt severlerde önemli bir düş kırıklığı yaratmış ve bu durum yarım yüzyıl daha anılarda bütün canlılığını korumuştur.” (s. 74) Goethe denizde olanın hiç olmadığını söyler adeta, geminin ilerlerken bıraktığı iz bir süre sonra yok olacaktır, “doğaya uygunluk” bütün değişimleri düzeltir. Tüm olgular anlaşılabilirlikten, kavranılabilirlikten uzaktır, ancak zaman geçince yakınlaşır.

Meseleye Schopenhauer dahil oluyor, Jacob Burckhardt görünüyor şöyle bir. Sonda eğretilemeye dair uzunca bir makale var, ben bir kez okuyup yüzde otuzunu falan anladım olayın, özel ilgi alanım olsaydı gerekirse sekiz on kez okuyup kafama çakardım ama her şeyi bilmek zorunda olmadığım için alabildiğimi aldım, kâfi.

On numara beş yıldız metin.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!