Fatih Altınöz – Kutsal Aile

Görkemli kötü. O kadar kötü ki kötülüğünden ihtişam akıyor, muhteşem kötü. Birine Bir Şey Yapmaktan Korkuyorum‘dan sonra İktidarsızlar hayal kırıklığı olmuştu, bu metinle birlikte Altınöz’e nokta koyuyor, sahafta bir yerde kitaplarından birinin çok ucuza satıldığını görürsem başımı çevirip uzaklaşıyorum artık. Arka kapak yazısı da en az metin kadar kötü, bakalım, “burnumuzun dibinde, kafamızın içinde ve kalbimizin derinliklerinde olduğu halde fark edemediğimiz, fark etsek bile ifade etmekte zorlandığımız gerçekler kahkahalarla konfeti gibi üstümüze saçılıyor”muş, konfeti gibi üzerime saçılacak bir şeyi saçılmadan elimin tersiyle uzaklaştırdıktan sonra kahkahalara neden rastlamadığımı sorguladım, şuna rastladım: “Ben böyle anayı çok önceleri satmalıymışım çok önceleri. Eller kazansın sen ye, he! Vay be! Benim beşiği de herhalde ‘Kerizsin sen keriz kal. Giy dedim tulumları!’ diyerek sallıyordu.” (s. 63) Öff. Gülmeç cortlamasına en yakın örnek bu, insanın yüzünü ekşitiyor. Fark etsek bile ifade etmekte falan, fark edemediğimiz filan, gayet dallama bir adamın erkeklik buhranları son derece fark edilebilir, sıradan, ifade edilebilir. Burnumuzun dibinde olduğu doğru, bu yüzden fark edilebilir zaten, hani yaşamın o mikro hüzünlerinin erilliğe gark olduğu gizleri ortaya çıkaran bambaşka bir perspektif sunmuyor ki anlatı. Ha, bütün normal insanlar gibi kimsenin bizi gerçekten sevmediğini düşünüyorsak bu kitap bizi ayartıp güldürecekmiş. Gülmedik, ayartılmadık, mesela mümkün olsaydı da ayartılsaydık esas oğlan gibi dangalaklıklar mı yapacaktık neydi ve normal insanlar gerçekten sevilmediklerini mi düşünüyorlar, bu patoloji neden normalliğe bulanıyor da satış stratejisi olarak sunuluyor, Altınöz onca metni gömdükten sonra kendi kitabını da gömer mi, tuhaflıklar. Bu roman “normalin anormal, sıradanın sıra dışı, olağanın çılgınca, monotonun sürprizli yönlerini açığa vuruyor”muş, valla bugün bir kahveye 100 papel verdim, botumun bağı çözülmüştü, önümden sekiz tane otobüs geçti toplamda. Fatih Altınöz’ün dehasıyla İsmail’in aptallığı çarpışınca kahkaha yağmuruymuş ortaya çıkan, bu kitaba zamanında 5 TL verdiğim için İsmail’in yüzeysel sığırlıklarını aptallık diye yiyesim vardı ama olmadı, Altınöz’ün dehaya yakınlığını da, yapamadım yani, hatta başta andığım metinden sonra deha konusunda serbest düşüşün başladığını düşündüm, ibretlik bir seyir. Güldürürken kıllandırıyormuş bu metin, mizah için gereken zekâ bu metinde yok ne yazık ki, metnin komik olduğu iddiasını yüz seksen üç bin sekiz kez tekrarlayınca yine komik olmadı, bence yüz seksen kez daha iddia etmeliler. Eğer biz de Türk erkeğiysek ya da bir Türk erkeği tanıyorsak bu kitabı mutlaka okumalıymışız, hiç gerek yok, Türk erkeği olmadığım ve en az bir Türk erkeği tanıdığım için koşulları yarı yarıya karşılıyordum ama yine bir şey değişmedi, mutlaklıktan bahsedeceksek domatesin ne kadar süper bir sebze olduğuyla başlamalıyız zannediyorum. Bomba sona saklanmış, Murat Menteş’in dediği: “Filmlerde kurşun yedikçe gülen adamlar olur. Kutsal Aile hem yaralıyor, hem güldürüyor.” Sıkıntı bastı, bu çiğlikten kurtulmak için turboya geçiyorum: İsmail var, anlatıcı, kaynatasının doğum günü yemeğinde ailesini gömmeye başlıyor. Tuzu uzatmasını istiyor eşi, uzatmayacağı günler de gelecek ama adam sucuklu yumurta gömüyor, sigara içiyor, seksen ikinci yaşında ölecek gibi durmuyor. İsmail’in eşi o aileden çıkan tek sağlam insan, gerisi leş, on sene önce düğünde bir haltlar yedikleri için İsmail’in ailesi onlara aşırı öfkeli. Alican’ı da kendilerine benzetmişler, İsmail’in çocuğunu maçlara götürüyormuş dayısı, tam bir dana olup çıkmış oğlan. İsmail ikinci el araba almış, burun kıvırmışlar, beğenmiyorlarmış adamı da eşi çok seviyormuş, hâlâ beraber olmalarını eşinin haslığına bağlıyor İsmail. Memur parçası yoksa, eşi de hazine avukatı, iki maaşla geçinip gidiyorlar ama yetmiyor belli ki, babadan kalan arsayı okutup yoluna bakacak İsmail de imar iznini bekliyor. O sürede abisi araziyi sattırmazsa iyi, adam çocukluklarından beri başta İsmail’i sömürmüş, ailede mal mülk bırakmamış, en son piyasaya çıktığında İsmail korkuyor ama mevzu bambaşka bir yere kayıyor, babasının sadakatsizliğine. Üst kattaki komşuyu düdüklermiş peder, abisi söyleyene kadar İsmail’in haberi yok. Hemen depresyona giriyor, ailesini gömmeye başlıyor bu kez, annesine meseleyi sormaya çalıştığında kadın geveliyor. Ne pis dünya, İsmail çıkış yolunu bulabilmek için abisi olarak gördüğü amirini yemeğe çıkarıyor, adam evli bir kadınla birlikte olduğunu ballandırarak anlatınca İsmail onu da kalaylıyor içinden, dünya şerefsiz olmuş. Hemen mesai arkadaşına yazılıyor, genç kızın gönlünü yapabilirse birlikte uzarlar oralardan, evlenirler, İsmail de yeni bir başlangıç yapar böylece, belki istediği hayatı yaşar. Kızın gönderdiği tek bir mesajdan evliliğe giden yolu gördüğünü düşünüyor İsmail, buluştuklarında kız hamile olduğunu söylüyor, İsmail oğlanın sünneti için kayınpederinin verdiği parayı kıza vererek kürtajın finansörü oluyor. İşine gücüne dönüyor, aile dramı orada sonlanıyor. Metin de sonlanıyor nihayet. Sayfalarca, sayfalar dolusu, sayfa sayfa İsmail, İsmail’in döne döne aynı öküzlüklerini anlatması, daha da anlatması, sonra ortaya karikatür bir tip çıkarıp onun üzerinden kendini aklaması veya boklaması, kadınlarla kurduğu dandik ilişkiler, erkeklerle kurduğu dundik ilişkiler, insanın cama çıkıp “imdat” diye bağırası geliyor. “Annemi çaldırdım. Cep çakısı mı bu kadın? Çaldırdım dediğim, telefonla aradım. Ağzını arıyorum. Bir şeyler geveliyor, fakat bana anlatmaz biliyorum, açıkça da soramıyorum.” (s. 29) Bir sabahıma mal oldu bunun gibi ucubelikler, İsmail’in komiklik yapmaya çalışmadan ailesinin hikâyesini anlattığı bölümler çok daha iyi. Annesiyle babasının evliliği mesela, annesi bir adamı sevmiş de adam gidip başkasıyla evlenince adı çıkmış kadının, ailesinin bulduğu adamla evlenmek zorunda kalmış. Rastgele. Gay dayı var bir de, aile toptan dışlamış da severmiş dayısını İsmail, neden sevdiğine dair hemen hiçbir şey yok, camışlığına dair hiçbir şey yok, abisi Aytekin’in yediği haltlardan başka hiçbir şey yok, İsmail’in eşinin esamisi yok zaten metinde, model olarak bulunuyor, baba çoktan göçüp gittiği için iyi ki metinde yok, gay dayı var. İsmail’in dedesi nonoş oğlu yüzünden ölmüş, sonrasında bu adamın ne yaptığına dair bilgi edinemiyoruz, cenaze töreninde aileyi toplayarak yegane görevini yerine getiriyor bir. American Fiction‘daki tek bir sahne o kadar çok şey anlatıyor ki bu tatavanın ağrıttığı başı çıkarıp o filmin karşısına koymak istiyor insan, dans ettiği oğlunun aslında nonoş olmadığını bildiğini söyleyen annenin yol açtığı yıkımdan bahsediyorum. Türk ailesi, Türk erkeği işte, böyle olur. Davarlardan oluşur, davardır. Karının üzerine gül koklanmaz, sonra koklanır ki ne kadar yanar döner olduğunu görüp küfrü bassın okur, kahkaha tufanında ölü bir yaprak gibi savrulmaktan zaman bulursa. Evet, bugün günlerden pazartesi, Kundera’nın verdiği son nefes atmosferimizden henüz ayrılmadı, akşam yediğim pirinç tanesinin özü bir zamanlar süpernova patlaması sonucu oluşmuştu, Allah var diye evden kaçmadığım bir zaman oldu ama şimdi öyle düşünmüyorum, tabakların da yenilebilmesi için porseleni falan çözücü kimyasallarla dolu yemek tarifleri düşünüyorum, beni Ross’un haksız olduğuna ikna eden Elif’i de düşünüyorum, baharları ve kuşları düşünüyorum, sonra iyi ki bizde edebiyat yok diye düşünüyorum.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!