Dan Franck – Gece Gelen Kadın

Anlatıcı gözlerini açar, henüz yeni tanıdığı bir odada, bir başkasının yatağında uyanır. Gizemli bir hava, kapı vurulduğunda telaş da ekleniyor, camdan görünen sis, sisin örttüğü dağlar, malikâne, aşağıdaki kent cabası. Gece gece gelen telefoncudur, bir kadın aramaktadır anlatıcıyı, birlikte aşağı inerler. Telefoncu, postane memuru belki de anlatı boyunca karşımıza çıkan en meraklı köylüdür, anlatıcının savuşturduğu birkaç soru sorduktan sonra susar, adamın notunu çoktan vermiştir o an. Anlatıcının eşidir arayan, ne zaman döneceğini sorar, adamın işten çıkarıldığını öğrenir. Ansızın gelmiştir ayrılık isteği, son derece huzurlu ve sıkıcı evliliklerini bitireceğini söyler. Adam şaşırır, ölene kadar o sıkıntıya razıdır ama işi de yolunda gitmeyince kendini dağlara vurmuş, avukat babasıyla da bir zamanlar yaşadığı aile konağına gelmiştir. Eşiyle son konuşması bu, hikâyenin geçtiği mekan daralır ve köyden ibaret olur o görüşmeden sonra. Otuz dokuz yaşında, bir süre daha evli, çocuksuz ve sigortacı adam. Kenti bırakıp köye geldiğine göre uyuşamayacaktır, uyuşmazlık ve örtük şiddet üzerine kurulacaktır anlatı. Malikânede yaşayan kadın ortaya çıkana kadar örtük, sonrasında aleni. “Surlar gizemini yitirmiş durumda. Kuzeye doğru uzanan vadi köyün tepesine sarsakça dayanıyor gibi. Çocukken, yılların diğer kişilere bağlı olarak biçimlendiği bu yerlerde yaşamıştım. Şimdiyse bir yabancıyım. Hiçbir yankının yaşamadığı taşlar arasında geziniyorum.” (s. 15) Adrien, Thomas’ın Yeri’nde barmenlik yapan adam çocukluk arkadaşını tanımış, köylülere anlatıcının kim olduğunu söylemiştir, çocukken birlikte kaçakçıları izledikleri eski bir arkadaş. Arkadaşlık kalmamıştır tabii, surların ötesinden gelenleri köye götürmenin heyecanı bir süreliğine yaklaştırmıştır ikisini, anlatıcı ve babası kente yerleştikten sonra araya yabanlık girmiştir. Anlatıcıya insan içine çıkmasını tavsiye ederler, köylüler arasında saçma sapan söylentilerin yayılmaması için birlikte vakit geçirmek şarttır. Evdeki işler bitmek bilmez oysa, Adrien’in kız kardeşi baş hademeyi yollayarak eski eşyaların parçalanma işini hızlandırmış olur. Telefon görüşmesi sırasında ortaya çıkan iletişememe hali -kesintiler, cızırtılar- baş hademeyle konuşmalarda biçim değiştirerek sürer, sorular cevaplarını tam anlamıyla bulmaz, taraflar öğrenmek istediklerini bütünüyle öğrenemezler, böylece tekinsizlik büyür. O sıra anlatıcı annesiyle babasının eski yatağını, kapıları, çürük ahşaba dönmüş ne varsa her şeyi parçalar, sobada yakmak üzere bir kenara yığar. Ev içten yıkılıyor, bir süre sonra taşlanacak da, adam kendini yavaş yavaş ortadan kaldırmaya gelmiş adeta. “Kimseye hesap vermeyeceğim bu yerde, yalnızlık bana tekrar yaşama zevki verene değin kalacaktım.” (s. 18) Yalnızlıkla baş etmeyi bilmeyen bir adamın trajedisi: Bir gün köye indiği zaman limuzini görür, malikânenin önündeki. Şoför çivi gibi, arka koltukta oturan kadının tuhaf bir güzelliği var. Simsiyah gözler, kusursuz bir yüz. Anlatıcı yaklaşmak ister ama şoför ittiriverir, sonra arabaya binip yokuştan doğru aşağı. İlk karşılaşma gerginlikle dolu, gerçi köylülerin tuhaf huylarından gelen bir tedirginlik de var. Erkekler surların ötesine geçtikleri zaman geride kalanların tamamı dönüş yolunun çevresinde kordon oluşturuyorlar, pazarları da evlerinden çıkmıyorlar. Oynadıkları gülle oyununun mantığını hiç anlamadım ama hemen her boş vakitlerinde surların dibini oyun alanına çeviriyorlar, garip bir dünya. Anlatıcının yabancılığını ortaya çıkarmak için her şeyi yapıyorlar sanki. Gerçi kadın daha bir yabancı, herkesin gülüp eğlendiği bir akşam Thomas’ın Yeri’ne geliyor, köylülerle ilk yakın temas. Şoför kapıyı açıyor, derin bir sessizlik. Kadın içeri giriyor, kalabalığın içinden Joseph nam genci seçip limuzinine götürüyor, toza dumana boğuyor ortalığı. Sihirli bir an, kimseden çıt çıkmıyor, sadece izliyorlar. Ertesi gün herkes malikânenin önünde, Joseph dışarı çıktığı zaman tek kelime etmiyor, büyülenmiş gibi. Ertesi gün Joseph’in eşi köyü terk ediyor, rüzgâr üç gün boyunca deli gibi esiyor, e neler oluyor? Rüzgâr yüzünden konağın camı kırılıyor ve anlatıcının alnı yaralanıyor, kalıcı. Bu yarayı da ne işe yarayacağı bilinmeyenlere ekleyelim, kurgunun yan mahsulü. Huzursuzluk artıyor köyde, kadınlar bir araya gelip malikâneyi taşlıyorlar, anlatıcı dedektifliğe kalkıp kadını takip ediyor, limuzini bozduktan sonra kente gidiyor ve tahmin ettiği gibi trene binen kadını izliyor. Kendi evi de taşlanıyor bu arada, Adrien’in uyarılarını dinlemeyince kadınla bir tutuluyor. Ziyaretler sürüyor bu arada, kadın baş hademeyi ve son olarak Adrien’i seçince sınandıklarını düşünen köylüler daha fazla dayanamıyorlar, şiddet ayyuka çıkıyor. “Adrien’i en acımasız biçimde aforoz ediyorlar, onu satılmışlıkla ve hainlikle suçluyorlardı. Kadının ona sahip olmasına izin vermişti. Malikâne ile köy arasında, malikâneyi seçmişti…” (s. 57) Satrançla ilgili metni üzerinde çalışan anlatıcı için de son bu, Adrien’in kardeşi gelip kadının o gece geleceğini söylüyor anlatıcıya, limuzin kapının önüne yanaşınca evi Adrien ve kız kardeşine bırakıp arka koltuğa oturuyor, yola çıkıyorlar.

İlk bölümde ucube bir köydeydik, insanlar akıl karıştıran âdetlerini sürdürerek iki yabancıyı dışlıyorlardı, surlar daha binlerce yıl o tuhaflığı koruyacak gibi duruyordu, linçe ramak kalmıştı derken metnin ikinci bölümüyle bambaşka bir hikâyeye başlıyoruz, tabii o tuhaflığın saçma sapan bir şekilde ortadan kalkması hayal kırıklığı yaratıyor. Kehlmann ne yapardı, psikoza bulanmış dünyadan doğaüstü bir noktaya varırdı belki, Bowles işin içine uyarıcı maddeleri katarak öznel algıyı darmadağın edip bambaşka bir yere çıkarırdı hikâyeyi, Lovecraft köylüleri balık öcülere çevirip iki yabancıyı köyden kaçırmaya çalışırdı. Franck ne yapıyor, Y tu mamá también‘e çeviriyor mevzuyu. Önce satranç maçları var tabii, ortaya çıkıyor ki kadın da iyi bir satranç oyuncusu, adamın kazandığı her maç için bir soru cevaplamayı kabul ediyor ama aralarında bir güç çatışması doğduğu için kuralları sürekli bozuyorlar, kadın aradığı kişiyi yine bulamadığını düşünüp şoförüne dönüş yoluna koyulmasını söylüyor ama ipleri eline alan adam hemen vazgeçiriyor kadını, sonuna kadar birlikte kalacaklar. Yaşamın sonu. Hani dandiklik bu kadarla kalsa ilk bölümün hatırına yine bir şey söylenmez ama ölümü saati saatine tutturmak nedir? Bunu bir yerden hatırlıyorum ben, ilginç. Kadının annesiyle babası dünya çapında müzisyenler, vefat ettikleri zaman her şey kadına kalmış, o da bir çeşit inzivaya çekilerek yaşamının son gününe kadar vakit geçiriyor. Bu. Erkekler sadece sevişmek için, o mühim sessizliklerinin gerekçesi de yok. Pardon, var, bu kadar tırt bir gerekçe olamaz gerçi: “‘Bu erkeklerin hepsiyle frijittim. Köye döndüklerinde, benden hiç söz etmemelerinin nedeni buydu. Onların okşamalarından etkilenmedikçe, onları etkim altına almış oluyordum. Doyuma ulaşmalarına izin vermiyordum, zira ulaşacak olsalardı, benden herhangi bir kadından söz ettikleri gibi söz edeceklerdi. O zaman Carla Bayle’de hiç kimse bana saygı duymayacaktı. Hatta siz bile.’” (s. 150) Herhangi bir kadından söz ettikleri gibi olmasa da söz ederler yani, ayrıca kadına saygı duyan yine yok. Finalde şoför limuzinin anahtarlarını adama bırakıp arazi oluyor, “boş bir çaprazdaki fil gibi” yürümeye başlıyor kentin içinde. Son.

İlk bölümden sonrası müthiş bir düşüş, kadınla anlatıcı arasında tansiyonun inip çıkmasına yol açan irade savaşı aşırı zayıf, otellerde geçirilen günler kupkuru. İkinci bölümü hiç okumamak isterdi bu deli gönül. Yine denk gelen okusun da, bilemedim.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!