Erich Scheurmann – Göğü Delen Adam

Papalagi beyaz adam, yabancı adam demektir, Polinezya’da hemen her beyaz adam Papalagi’dir çünkü göğü delerek gelmiştir oraya, ufuktaki gemiyi gökteki delik olarak gören yerliler o delikten gelen adamı hayretle karşılamışlar, muzlarını falan onunla paylaşmışlar ve misyonerliğini bir ölçüde görmezden gelmişlerdir çünkü o nedir öyle, Tanrı herkesi sever ama Tanrı’yı getiren insanlar onu sever gibi görünüp güçlerini elde etmeye çalışırlar. Ortada bir tezgâh vardır, yerlilerin bazıları o tezgâha gelirler, kalanlarsa atalarının sürdürdüğü sakin yaşamı sürdürmeye devam ederler. Samoa’daki kabile reisi Tuiavii bunlardan biridir, kitaptaki konuşmaları yapmış değildir ama taslak şeklinde yazmıştır, Scheurmann hayatının fırtınalı bir döneminde o adaya gidip Tuiavii’yle karşılaşınca fikirlerinden çok etkilenmiş, uzunca bir süre sonra karşılıklı güven ilişkisi kurulduğunda reis yazdıklarını beyaz adamın iyisine vermiştir. İyi etmiştir, Scheurmann memleketine dönüp metni çevirir, yayımlar, böylece hem Avrupalılara nasıl bir katakulliye geldiklerini Tuiavii’nin gözünden gösterir hem de cebine para koyar biraz, ömrü boyunca zor şartlar altında yaşadıktan sonra rahatlar. Aslında sömürür arkadaşını, açık, Tuiavii onca gömdüğü ekonomik çarklara bir şekilde dahil olduğunu bilse yazılarını vermezdi muhtemelen. “Avrupa’yı hiçe sayan Tuiavii, yerli atalarının Avrupa’nın ışığıyla aydınlanmak gibi büyük bir yanılgıya düştüklerinin bilinci içinde sürdürdü yaşamını. Tıpkı ilk beyaz misyoneri, yüksek kayalardan ‘Defolun gidin, sizi gidi pis iblisler!’ diyerek yelpazesiyle kovan Fagasalı bakire gibi o da, Avrupa’nın kötü ruhu temsil ettiğini düşünüyordu; masumiyetini korumak isteyenlerin sakınması gereken yıkıcı ilke olduğunu.” (s. 12) İnsanlarının hemen hiç düşünmediği, zamanı bölümleyerek algılamadığı Tuiavii ilkel halkının bütün özelliklerini taşımakla birlikte “bilinç” sahibiydi, kıyaslama yapabiliyordu, Avrupa’nın değerlerini keşfettikten sonra Papalagi’den uzak durulması gerektiğini anlamıştı. Sesi kederlidir, bir gün daha çok beyazın daha büyük taşıtlarla adasına geleceğini biliyordu, yine de kardeşlerini uyarmak, parıltıların altında neyin çürüdüğünü anlatmak için yazdı. “Derimizden, dış görünüşümüzden başlayarak önem atfettiğimiz tüm vasıflarımızı, baştan ayağa dek soyup ortaya dökerken, bu vasıfları Avrupa’nın üslubunu dışlayarak ve sözü dolandırmadan tüm hoyratlığıyla sergileyen bir gösteri ortaya koyuyordu, öyle bir gösteri ki, yazara mı yoksa yazarın ele aldıklarına mı gülmeli kestirmek güç.” (s. 15) Burjuva ahlakını, tüketim alışkanlıklarını düşününce yazara gülmek akıldan bile geçmemeli ama başka türlü bir var oluşu düşünmek sıradan bir insan için zor, haliyle gülünecek. Tuiavii’nin yaşam biçimini anlayabilmek için deneyimlemek lazım ki dile bile sirayet etmiş, mülkiyet kavramı hemen hiç gelişmediği için -şeyler Ulu Tanrı’ya aittir, yani herkesindir, bu kadar- aidiyet belirten sözcükler yok denecek kadar az, zamansallığı anlayabilmek için saatleri kırıp atmak, hiçbir yere yetişmemek, küçücük bir dünyada yaşamak lazım, ayrıca savaşlar sadece onuru korumak için yapıldığından şeyler için yapılan savaşların hiçbir karşılığı yok Polinezya’da. Bu zamansallık meselesine Kevin K. Birth süper değiniyordu Zaman Körlüğü: Öteki Zamansallıkları Anlama Sorunu nam metninde, “Her saat Trinidad saatidir” kabulünü anlamak gerçekten zor. İki arkadaşın buluşmak için sözleşmeleri ama zamandan bahsetmemeleri, hatta buluşma yerinden de bahsetmemeleri o tür zamansallığın okyanus ötesinde de işlediğinin kanıtı, buluşmaktan başka yapacak çok az iş olduğu için her zaman buluşma zamanı, her yer buluşma mekânı. Sosyal ebeveynlik gibi kavramlara girmiyor Tuiavii, onlar Polinezya yerlilerine dair araştırmalarda mevcut olsa da bu metinden anladığımız şudur: her şey her şeyindir, başta Tanrı’nın olmak üzere.

Kıyafetlerden giriyor Tuiavii, ben ortaya karışık yerleştireceğim diğer konuları. Papalagi etini sıkı sıkı örter, boyundan yukarısının gerçek insan olduğunu belirtir. Vücudun her yeri kapalı, kafa açık, kişilik kafadan ibaret. Her zaman olmasa da eller açıktadır bir de, bunların dışında etini gösterene iyi gözle bakılmaz. Davetlerde, toplantılarda kadınlar etlerini açtıkları zaman iyi karşılanır bu, erkeklerse her zaman kapalıdırlar. Etini gösteren kadar ete bakan da suçludur, ayıplanır, insan kendini sıkı sıkıya örterse ortada ayıp falan kalmayacaktır. Ayaklara biri yumuşak, biri çok sert iki kılıf geçirilir, ikincisini yapmak için deriler işlemden geçirilir, bir dünya iş çıkar, ilkini yapmak da az iş değildir. Çorapla ayakkabıdan bahsediyor Tuiavii, isimlerini bilmediği ya da muhatapları isimleri bilmediği için, isimleri de vererek kafaları iyice karıştırmamak niyetiyle şeyleri bu şekilde anlatıyor. “Bu yaptıklarının doğal olmadığının pekâlâ beyazlar da farkındalar. Bu meretler adamın ayağını sanki ölmüş de çürümeye başlamış gibi, leş gibi kokutur. Zaten artık Avrupalıların ayakları bir şey kavramaya ya da bir palmiye ağacına tırmanmaya bile yaramıyor. Onlar da bütün bu aptallıklarını gizlemek için, hayvanın, aslında kırmızı olan derisinin üstüne bir parça iplik bulaştırırlar. Sonra bunu sıvayıp öyle bir parlatırlar ki, bir bakanın gözleri kamaşır ve bir daha bakamaz.” (s. 20) Kadınlar göğsüne bir şey takarlar, bu şey yüzünden sütleri kesilir, biçimsiz bir hayvandan sağdıkları sütleri verirler çocuklarına. Çok büyük eziyettir o şeyi takmak, süt az gelir veya hiç gelmez, bu yüzden cam bir boru yardımıyla içer sütü bebekler. Takılar, süsler vardır, kadınlar uzun zaman hangi süsü hangi kıyafetle giyeceklerini düşünürler, erkeklerse frakı giyindikleri gibi uzarlar. Erkekler gece gündüz kadınların etlerinden söz ederler, o etleri elde ettiklerinde bir daha lafını etmezler, öyle de garip varlıklardır. Budala ve kördür beyaz insan, gerçek mutluluğa karşı sağırdır, bir şeyin eksik olduğunu sezer ama anlayamaz, bu yüzden de kat kat kıyafet altında kalır. Taştan adalara gelelim, Papalagi sert bir kabuğun içinde oturmaktadır, sağı solu taşlarla örtülü bu taş kabuğun içinde birkaç bölüm vardır, her bir Papalagi o bölümlerde yaşar, yemek yapar, temizlenir. Giriş deliğinde karşılaştıkları zaman gönülsüzce selamlaşırlar, sanki altlı üstlü oturdukları için birbirlerine öfkelidirler. “Bir Samoalı bu kutularda hemen boğuluverir, çünkü hiçbir yerinden içeri bizim kulübelerimizde olduğu gibi taze hava giremez. Sonra aşevinin kokuları da çıkacak delik ararlar kendilerine. Ama çok zaman dışarıdan gelen havanın daha iyi olduğu söylenemez. İnsan bunların nasıl olup da ölmediğine ya da kuş olmaya, kanat takıp hava ve güneş olan yerlere yükselmedikleri için hayıflanmadıklarına şaşırıyor Ama Papalagi, bu taş kutuları sever ve artık zararlarını ayrımsamaz.” (s. 29) Papalagi çok düşünür, aşırı düşünür, güneşin altında yan gelip yattığı an güneşin ne güzel olduğunu düşünmeye başlayıp yatışı, varlığı mahveder. Düşünmek yerine bacaklarını uzatmalıdır, kollarını açmalıdır mesela, doğrudan güneşi hissetmelidir. Çok düşünmek Ruh’u kirletir, dert sahibi yapar, iyi ki Samoalıların o kadar düşünecekleri şeyleri yoktur. Şeyler, Perec romanından fırlayan şeyler bunlar, Avrupalılar bu şeylerden almak için durmadan taş kutulara girip zamanlarını geçirirler, sonra yorgun argın çıkıp hiçbir işlerine yaramayan şeyleri almaya giderler. Her yerde bu şeylerden vardır, “çalışmak” denen uydurma eylemle insanlar kâğıtlar kazanır, bu kâğıtların sağladığı besinlerle yaşayıp giderler, şeylere gömerler her şeylerini. Tanrılarını kirletmişlerdir, hayatlarını kirletmişlerdir, suyu kirletmişlerdir, havayı parayla satmak akıllarına gelmediğine göre kurtulma ihtimalleri hâlâ vardır. Yoktur.

Uzaklardan nasıl görünüyoruz, iyi görünmüyoruz. Bakınca. Okumalı.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!