Émile Zola – Nasıl Ölünür

Anneannem gibi ölünebilir mesela. Otuz yıl aynı evde yaşadık, sonra anneannem yaşlandı ve öldü. Steven Wilson konserindeydim, abim telefon etti, hastaneye geçtiklerini söyledi. Son iki şarkı kalmıştı, geleceğimi söyleyip telefonu kapadım. Meğer gidip gelmişler bile, eve gidince sessizliğe katıldım. Ertesi gün abimle birlikte Yakacık’taki mezarlık müdürlüğü mü ne, oraya gittik, sonra hastanenin morguna. Polis veya güvenlik görevlisi, teşhis için anneannemin yüzünü açtı. Çenesini bağlamışlar, bildiğim anneannem. Abim bakamadı, ben, “O,” deyip kafamı salladım. Sonra müdürlüğe getirildi naaş, yıkandı, tabuta kondu. İki kişiyiz, yandaki taşların etrafı kalabalık, sırası gelen tabutu yüklenip götürüyor. En sona biz kaldık, imam geldi de tabutu taşıyacak kimse yok. “Abi tabutu,” dedim kenarda bekleşenlere, el attılar sağ olsunlar. O sırada annem pide yaptırmış, ayran mayran. O sırada yoldayız, camiye geldik, Küçükyalı Merkez. Karşıda kahvehane var, oturanlar geldiler. Vallahi dinle hiç aram yok, ne yapıldığını bilmiyorum ama bir şey okundu işte, gelenler pideyle ayran aldılar, Allah’tan rahmet dilediler. Sonra mezarlığa gittik, iki kişi daha yardım etti ama toprak işini büyük ölçüde abimle hallettik. Şurada anlattım biraz. Sonra eve geldik, hocanın teki gelip bir şey okudu, komşular geldi, sonra hayat devam etti. Annem bir süre kendine gelemedi, ara sıra ağlar hâlâ. Erkekler yüzünden büyük acılar çekmiş iki kadın, anne kız, hiç ayrılmamışlar, hep aynı ev. Dördüncü yıl olacak, tek başıma gidiyorum mezara. Üç hafta sonra bir sabah trene binerim, Aydıntepe’de inerim, oradan vur yokuşa. Adalar yok, karşı kıyılar ve ağaçlar, anneanneme anlatırım. O yıl neler olup bittiğini değil de manzarayı anlatırım. Tanık olduğum ölümün hikâyesi bu, orta sınıf orta sınıfken böyle yaşadık ölümü. Zola’ya bağlayacağım artık, bu anlattığım Zola’nın altıncı öyküsü olabilirdi. Farklı sınıflardaki ölümleri anlatıyor yazar, ölümden az öncesini ve biraz sonrasını. Uzatmadan, kısacık. İlk ölüm Kont de Vertueil’inki. Fransa’nın en ünlü ailelerinden birine mensup olan Kont kafasına göre yaşamış, hükümet işleriyle uğraşmamış, ciddi dergilere yazdığı makaleler sayesinde Manevi ve Siyasi Bilimler Akademisi’ne kabul edilmiş. Eşi Mathilde yine iyi bir aileden geliyor, Paris’in en alımlı kadınlarından biri. İki çocukları var, gelecekleri parlak. Kont’unki parlak değil, hastalanıyor ve kısa süre sonra ölüyor. Mathilde’le dostluğa evrilmiş bir ilişkileri var, odaları ayrı, gönüllerince yaşıyorlar ama yaşamlarının birleşmesini sağlayan o yoğunluk tamamen kaybolmamış, Kont ölüm döşeğinde yatarken Mathilde’in deli gibi üzülmesinden anlıyoruz. Son âna kadar ayrılar gerçi: “Birbirlerini anlıyorlardı, ayrı ayrı yaşamışlardı ve ayrı ayrı ölmek istiyorlardı. Kont bencilliğin buruk hazzını yaşıyor, ölüm döşeğinde etrafında o sıkıcı keder komedilerini yaşamadan tek başına göçüp gitmek istiyordu.” (s. 11) Ölüm yaklaştıkça düşünmeye başlıyor Kont, eşi odasına taşınmazsa insanlar konuşacak, bir dünya dedikodu, sıkıntı. Kont öldükten sonra hizmetçilerden biri değerli bir kaşığı cebine atıveriyor, kimse fark etmeyecek. Hemen tören tabii, mahalleli hareketleniyor, Kont sevilen bir insan olduğu için kortej oluşuyor hemen. Ağlamaktan bitap düştüğü haberini yayan Mathilde odasına çekiliyor, yatağa uzanıp hayaller kurmaya başlıyor, artık özgür. Cenaze o sırada Montparnasse Mezarlığı’na getiriliyor, kadınlardan biri ortamın ne kadar güzel olduğunu söylüyor. Ölüm var da yaşam devam ediyor bir yandan. Kont’u tanıyan dört kodamanın konuşmaları bitince Kont aile şapelindeki mezara konuyor, her şey bitiyor.

İkinci öykü Bayan Guérard’ın, ölecek olan o. Üç çocuğu var, üçü da parayı hemen öldürdükleri için anne tedirgin, öldükten sonra o çocuklar gayrimenkulleri, paraları çarçur edecekler. Kadın alabileceği bütün önlemleri alıyor, noter çağırıp vasiyetini bile yazdırıyor ama çocuklarından hiç ümidi yok. Kötü insanlar da değil çocuklar, annelerini seviyorlar ve başından ayrılmıyorlar, bir ölçüde vefalılar da son ânın gelmesini heyecanla bekliyorlar işte, para lazım ki biri kadınlara yedirsin, biri saçma sapan yatırımlarını artırsın, diğeri de bir türlü yesin parayı. Kadın ölüyor, çocuklar ucuzundan bir cenaze ayarlıyorlar ve ertesi gün notere koşturuyorlar. “İçlerinde, cimriliği ve parası çalınacak korkusuyla, ölmüş anneleri uyanmıştı.” (s. 24) Anne de az hasis değil açıkçası, kocadan kalan serveti elinden tutmak için çocuklarını ihmal etmiş de diyemeyiz ama böylesi bir açlık başka türlü nasıl doğar, oraya değinmiyor Zola. Mevzu ölüm sadece.

Üç numarada Bay Rousseau var, Lemercier nam bir kadınla evlendiği zaman yirmilerinin başında, eşiyle birlikte sıfırdan inşa ettikleri işleri orta ölçekli bir işletme haline gelmiş. Lemercier hayatını kaybedecek bu kez, Rousseau yalnız kalacak. Her şeyleri o kadar ayarlı, yaşamları o kadar planlı ki kadın ölmeden önce eşiyle son bir konuşma yapıyor. İşlerin bozulmaması için hesaptan kitaptan anlayan bir kadınla evlenmesi lazım adamın, Lemercier hemen bir öneride bulunuyor ve yakınlarından birini salık veriyor. Akıllı, çalışkan, yokluğunu aratmaz. İkinci mesele yıllardır hayalini kurdukları ev, kırsalın kalbinde. Rousseau söz veriyor, zamanı gelince o evde yaşayacak, elini eteğini çekecek işten. Bunu yaparken hâlâ hesap kitap peşinde, birazcık boşlasa günlük kazancı düşecek. Üçüncüsü de Agathe, Lemercier’nin kız kardeşi. Akbaba gibi dönmeye başlayacak, öncesinde eşinden noteri getirmesini istiyor Lemercier, kız kardeşine hiçbir şey bırakmayacak. Bunlar hallolduktan sonra gönül rahatlığıyla ölüyor kadın, kocası cenaze levazımatçılarıyla kıran kırana bir pazarlığa girişiyor ve eşinin kendisini görse gurur duyacağını düşünüyor. Cenazeden sonra dükkânın bir günlüğüne kapalı kalmasını garipsiyor, ölüm gündelik düşünceyi kıramıyor çünkü. Çalışmaktan başka bir şey düşünemeyenlerin ölüme ve yaşama bakışları.

Son iki öykü dipte yaşamaya çalışanların. Morisseau ailesinin küçük çocuğu zeki, arkadaşlarınca sevilen, okulda başarılı bir çocuk, o zaman neden ölmesin? Hastalığa yakalandıktan sonra babası buz kırma işinden kazandığı az bir parayla hasta oğlunun düzgün beslenmesini sağlamaya çalışıyor ama yetiremiyor, yakınları Bayan Bonnet yirmi kuruş borç veriyor, ısınmaya ve bir iki günlük yemeğe harcıyorlar. En sonunda anne gömleğini satıyor, baba bir şey satmıyor ama çalışıyor, para bitiyor. Belediyeden yardım istiyorlar ama adlarını önceden yazdırmadıkları için beklemek zorundalar, zamanında yazdırsalardı eve gidip gelen doktora ve ilaçlara para vermeleri gerekmezdi, yiyecek de alırlardı, çocuk iyileşirdi muhtemelen. Aç karnına ıhlamur içiriyorlar çocuğa, birlikte uyuyorlar, çocuk günden güne eriyor ve en sonunda hayatını kaybediyor. Öldüğünün sabahında belediyeden geliyorlar, para ve yemek. Baba hissizleşmiş, çocuğun sefaletten nihayet kurtulduğunu söylüyor, sıradan bir mezarlığa hemencecik gömüyorlar. Eve döndükleri zaman herkes mutlu, yardım yemeğini keyifle yiyorlar. Onca mücadeleden, aç geçen günden sonra mideleri bayram ediyor. Acı bir hikâye. Sonuncusu topraktan gelip toprağa dönmekle ilgili, yaşlı adam çocuklarını büyütene kadar ekip biçmiş, kimseden yardım almamış, toprakla birlikte sertleşmiş ve yaşamından hiç şikayet etmemiş. Seksenine doğru bir günde değişmiş her şey, önce kolları tutmamış, sonra bedenini yataktan kaldıramamış. Başında durup beklemek isteyen çocuklarını tarlaya yolluyor adam, işlerin yapılmasını istiyor. Alelade bir mezarlıkta toprağa veriliyor, sonra tarla bahçe işlerine devam ediyor çocuklar.

Mezarlıklar değişiyor, isimler, tabutların kalitesi, vefa, insanlık, sınıf farkı her şeyi değiştiriyor da ölüm gösteriyor ne varsa, yaşamın aynası. Okunası öyküler.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!