Denis Johnson – Tren Düşleri

Tarafımdan oluşturulmuş bu yorumun tüm hakları kitapyurdu.com’a aittir.

Blondie’nin şerife racon kestiği sahne Vahşi Batı’da güvenliğin evlere şenlik olduğunu gösteriyor, kasabalıya para yedirip şerifliği satın alabilir, gönlümüzce at koşturabiliriz. Sisters Kardeşler -“Biraderler” daha şık olurmuş ki film uyarlamasının adı böyle- daha yakından görmemizi sağlar o dünyayı. Matrak bir romandır, karakterler tam karikatür değildir de o sert doğa ve sert insan tokuştuğunda ne olur, gangster tayfanın kırsala yayılma çabası tipik kovboyları nasıl etkiler, komiklik ayarı biraz yüksek bir hikâyede dünyanın bir de o yüzü. Bakınız, namınız almış yürümüştür, efsanesiniz, bir köşede sakin sakin yaşayıp ölümü bekliyorsunuz ama başınıza iş geliyor, herkes peşinize düştüğü için silahları tekrar kuşanıyor, anlaşılmak için peşinize düşenlerin dilini istemeye istemeye konuşmaya başlıyorsunuz. Sert, doğrudan. Parçaları bir araya getirmeye çalışıyorum, sayısız kaynaktan sayısız sahne eklenebilir ama Doyma Ânı‘yla bitireceğim çünkü Johnson’ın metnindeki zaman diliminde geçiyor mevzu. Bu kitap da Pulitzer almış, ABD tarihini iyi işleyen metinler alıyor, malum. Stegner yabanda var olmaya çalışan, insanların kendi kanunlarını çat çut uyguladıkları zamanlarda medeniyetten uzağa düşmemeye çalışan karakterlerine karşı yufka yüreklidir biraz, iki adım ötede insanlar asılırken o manzarayı göstermez çünkü esas kadının korkusu, esas adamın korumacılığı daha önemlidir, zaten anlatıcı da duygusal değişimleri, ABD’nin orta yerinde yeni yeni kurulan kasabaların yaşamı nasıl değiştirdiğini üç nesle yayarak gösterme derdindedir, çarpıcı sahneler sunmaz. Bu sahneleri Johnson sunar, Carver’dan aldığı elle atmosferi olduğu gibi yansıtarak vahşiliği gündeliğin bir parçası haline getirir. Robert Grainier’ı doğrudan olayların orta yerine fırlatır mesela, Spokane Beynelmilel Demiryolları’nın depolarından hırsızlık yaptığı düşünülen Çinli bir ameleyi infaz etmek için uğraşan Grainier’ın psikolojisi hakkında hiçbir bilgi vermez. Yıl 1917, mekan Idaho, demiryollarının iskeleti oluşturulmuş ama internetten şak diye yaptığım araştırmaya göre hararetli çalışma 1970’lere kadar devam etmiş, yani hâlâ zengin olma hayalleri kurulabilir oralarda. Çinlinin çıplak ayaklarından birini tutuyor Grainier, köprüde aşağı atacaklar adamı. Hemen doldurmak lazım arayı, Carver’ın üslubunca bir iki espri, durumla alakasız bir iki olay konursa okur duygusal anlamda uçlara savrulur, iyidir. İnfazcı grup köprüye gelir de Çinli bir iki hareketle ellerinden kurtulup tam altındaki kirişi yakalar, adeta bir akrobat gibi demirlere tutuna tutuna kaçmaya başlar, gruptan biri silahını çekerek grav grav! Tutturamaz, Çinli gözden kaybolduktan sonra evine yürüyerek giden Grainier yolda bir şişe ilaç alır çünkü bebeği Kate hastadır, eşi Gladys kaygılıdır. Grainier daha da kaygılıdır, bir türlü öldüremedikleri Çinlinin her yerde karşısına çıktığını hayal eder, bir örümcek gibi dereden çıkar mesela, başka bir mahluk gibi başka bir yerden çıkar, o dönem Çinlilere karşı yükselen nefret dalgasının sonucu. Robert E. Howard, H.P. Lovecraft gibi yazarların metinlerindeki ırkçılığı anlatan bir önsöz vardı, Dost Körpe yazmış olabilir, ilk orada rastlamıştım bu meseleye. Köşeyi dönmek zaten zordur, bir de Çançinçon tayfa gelince Amerikalılar iyice delirip asmaya kesmeye başlarlar. Grev!‘de sınıf mücadelesi yürütülürken Siyahi işçileri dışlayan beyaz işçilerin kaybettikleri gücü hiç umursamadıklarını görüyorduk, feminist mücadelede de benzer bir tablo vardı, patronlar ve uşaklar bu farklılıkları fiştekleyerek örgütlü mücadeleye uzun süre çomak sokmayı başarmışlar. Benzer bir tablo bu metinde de var, Johnson eşelemeden devam ediyor ve ailemizin akıbetini daha başlarda sunuyor: “Karanlıkta kızının gözlerinin köşeye kıstırılmış vahşi bir hayvan gibi kendisine döndüğünü fark etti. Düşünceleri ona bir oyun oynuyordu aslında sadece ama tüylerinin diken diken olduğunu hissetti. Ürpererek yorganı boğazına kadar çekti.” (s. 15) Birkaç ihtimal var, Kate hiçliğin ortasında gerçekten vahşi bir hayvanı andıracak kadar aittir doğaya, hasta olduğu için davranışları ürperticidir veya Çinli yüzünden aklı karışıktır Grainier’ın, ne olursa olsun hayatı boyunca o gece yaşadığı ânı hep hatırlayacaktır. Hikâyenin ana çizgisi bu, yolları çatallanan hikâyelere bakacağız.

İnşaatında çalıştığı köprüden geçen treni görünce sevinir ve hüzünlenir, arkadaşları gibi tezahürat eder, sonra inşaat işini kotardığını düşünüp Washington’a giderek başka bir köprünün inşaatında çalışmaya başlar. Yan hikâyeciklerden birinin kahramanı Arn Peeples’a merhaba. Ağaçların katil olduğunu düşünür Peeples, savaş başlatanların kafalarına düşen dallardan bahseder. Kâhindir belki, Grainier da ileride ağaç terörüne maruz kalıp sakatlanacaktır. Yabancılaştırma basbayağı, kendi halindeki ağaçlar ne düşmanlık güdecek, doğayı katletmeyi mantığa bürüme. Bu yaşlı osuruk pek çalışmaz ama muhabbeti güzeldir, zamanında Earp Biraderler ile sohbet ettiğini falan anlatır. Vahşi Batı’nın hikâyeleri sıcaktır o sıralar, kentleşme kırsalı tam anlamıyla ele geçirmemiş olsa da yoldadır, güvenliğin tesisi bu inşanın göstergesi. Kolluk kuvvetleri katakulli peşinde koşmaz artık, devletin otoritesi kendini belli eder. Earp tayfayı merak edip filmlerini izlemiştim, Kevin Costner değil de Kurt Russell daha iyi Earp. İşte, Peeples patlayıcılarla madenleri gümletirken yakın tarihi kurar, işçilere Amerikan mucizesini aktarır. Ne olur, kafasına düşen bir ağaçla hayata veda eder. Yine bir odaklanma: ölüm süreci adım adım işlenir. Başı ağrır adamın, çarpık çurpuk yürümek istediğini söyler, birkaç gün sonra da yatağında ölü bulunur. Ustabaşı bir günlüğüne paydos etmek ister ama şirket, malum, savaş da vardır o sırada, herkesin ölümüne çalışması gerekir. Grip salgını da patlayınca çekleri dağıtır ustabaşı, işler bitince herkesin bir an önce oradan uzaklaşmasını tavsiye eder. Grainier’ın çalıştığı sayısız inşaattan biridir orası, anlatı bir anda onlarca yıl sonrasına uzanır ve ömrünün sonlarına gelmiş Grainier’ın kişisel tarihinin karman çormanlığını aktarır. Mistik olaylara değinmeyeceğim de gerçekliği sorgulayacağım, Kate’in malum gizemi aslında yasın çarpıttığı bir yaşam algısının ürünüdür belki, tartışılır. “Grainier bir keresinde de sihirli bir at ile bir kurtçocuk görmüş ve 1927 yılında çift kanatlı bir uçakla uçmuştu. Hayat hikâyesi hatırlayamadığı bir tren yolculuğuyla başlamış, sonunda da kendini içinde Elvis Presley’nin bulunduğu bir trenin dışında bulmuştu.” (s. 25) Çift kanatlı bir uçakla uçmanın kurtçocukla karşılaşmakla aynı hakikat düzeyinde yer alması makul, tren yolculuğunun hız yüzünden delirtici olacağının düşünüldüğü zamanlar çok uzak değil, uçak gibi akıl almaz bir icat daha da korkunç. Ne mucizevi çağ, süper kahramanların kolaylıkla kabul görmesi, benimsenmesi hiç şaşırtıcı değil.

Grainier’ın çocukluğuna bir geri dönüş, Çinli bir ailenin kasabadan sürgün edilmesi ilk hatıra. Su kenarında ölmek üzere olan bir adamdan hayatın sertliğine dair ilk dersini alan Grainier ölümün yaşamla bir olduğunu anlar, sonra büyümeye başlar ve dünya kirlenmez çünkü zaten kirlidir, adamın anlattığı hikâyeden besbelli. Gladys Olding’le karşılaşma, evlilik, inşaat işleri derken evine döner Grainier, yaşadığı yerin cayır cayır yandığını görünce alevlerin arasında eşiyle çocuğunu arar ama hiçbir şey bulamaz. Buz gibi bir katılık. Gözyaşı dökülür, nedeni irdelenmez, görürüz sadece. Acaba yangında öldüler mi gerçekten, kaçıp kurtulmuş olamazlar mı, Grainier düşünerek aylarını geçirir ve ailesinin başına gelenleri bir hayalet vasıtasıyla öğrenir. Çizgi bulanır iyice, gerçekle hayali karıştırmaya başlarız çünkü Grainier karıştırmaya başlar, adamın algılarından ibaret bir uzamın her tahlili aşırı yoruma kaçmaya meyillidir.

İyidir, romandır, tavsiye ederim.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!