Adam Dolgins – Rock İsimler Kitabı (Rock Grupları İsimlerini Nasıl Aldı?)

ABBA, Pink Floyd gibi grupların hikâyesine her yerde rastlanabilir, aslında bütün grupların hikâyesi bir yerlerde var, bu kitapta yer almayanlar dahil. Alice Cooper mesela, Dolgins anlatmamış, ben sadece grup adı olduğunu söyleyip geçeyim. Can dedemizin adı değil o. Anlatmış bu arada Dolgins, şimdi rastladım da gerekçesi yok koyulan ismin, Jane Verite falan da olabilirmiş. Matrak bir şey, Dolgins’in Türk gruplara ulaşıp hikâyelerini öğrendiğini hiç sanmam ama Badluck var mesela, Kesmeşeker var, bunlara bakayım az. Yani bizde müziğin nereden gelip nereye gittiğini merak etmeyenlerin ilgisini çekmez, “ağır müzik” piyasası küçük olduğu için herkes herkesle çalmış gibi bir şey. Badluck kurulduğu zaman kadroda Selim Öztürk de varmış, muhtemelen Kargo için ayrılmıştır. Gruba isim bulmak için toplandıkları gün her şey ters gittiği için “Badluck” koymuşlar grubun adını, “Malşans” da olabilirmiş ama İngilizce sözlü müzik yapacakları için ilki iyi. Oturduğu şehrin, mahallenin adını koyan yok sanıyorum, ABD’de Kansas, Boston, Chicago falan var, bizde “Selamiçeşme” yok. Gerçi aynı ölçeği düşünürsek “Türkiye” konması lazımdı. “Selamiçeşme Blues” var, şarkı adı da iş görür. Murat Net’in haykırdığı kısımda gülmüştüm ilk dinlediğimde, acılardan bir bukle adeta. D-100 var, başka da bilmiyorum.

Cinderella’nın adı bir soft pornodan geliyormuş, üzmedi de bir garip etti. Durutti Column dünyanın en underrated gruplarından biri, ne kadar grup diyebilirsek. Adını İspanya İç Savaşı’ndaki anarşist bir topluluktan alan bu mevzu nice gecelerime eşlik etmiş, tek şarkısıyla bünyeme Sırbistan melankolisi salmayı başarmıştır. Extreme’in olayı elemanlarının pek çok gruptan esinlenmeleri, çeşitliliği belirtmek için bu isim. Bettencourt’un gitarla münasebetindeki çeşitliliği biliriz, kendisi hem Paul Gilbert’la hem Eddie Van Halen’la takıldığı için oradan buradan almıştır alacağını, her rengi katar gruba, helal. Kansas, elbet memleketini seven insan anlaşılır ve memleketini sevdiği için daha çok sevilebilir veya sevilemez çünkü neden sevilsin, sonuçta grup elemanları aynı memleketin çocuklarıysa doğup büyüdükleri yerin ismini gruba vermek isteyebilirler. 63 Boyz diye bir grup kuracak olsaydım adını kesinlikle oturduğum yerden almıştı ki ortadadır. Küçükyalı’da 63 diye bir yer vardır, burada bir zamanlar sinema varmış, 1963’te açılmış olabilir. Büyük bir yangın çıkmış, dönemin gazetelerine haberler düşmüş çünkü yangında pek çok insan ölmüş, sanırım 1970’lerin başında. Enkazı kaldırdıkları zaman boş bir alan çıkmış ortaya, yeniden sinema yapmamışlar da apartman dikmişler kocaman. Altında pasaj var, enlemesine bir apartman o da, kocamandı. İçine girince Moria’ya girmiş gibi olurdunuz, karanlık ve büyüktü, sağa sola atılmış cansız mankenlerden korkardınız, yangında ölen insanların hayaletlerini hatırlardınız, çocuksanız kendi başınızı yerdiniz korkularınızla. Yıktılar orayı, şu dandik apartmanlardan birini dikiyorlar. Yazdım bir öyküde, sonraki kitabın işi. Üç dosya var bekleyen. Bunu neden yaptığımı bilmiyorum, müzik dinlemek veya gitar çalmak yetmiyor. Yürümek, koşmak, yemek yemek, nefes almak yetmiyor. Kulaklığımı takıp yatağa uzanmak yetiyordu bir zamanlar, başka hiçbir şey yapmak istemiyordum. Yolda dinlemeyi bıraktım çünkü lisedeyken araba çarptı bir kezinde, sabah sekizde okula giderken dınk diye vurunca korktum. Adam camdan eğilip “çıkar kulaklığı” hareketi yaptı, bağırıp elimi salladım “git git” diye, gitti. Rap pek dinlemedim, sevemedim galiba. İyi ki bu kitabın konusu değil, yoksa bitmezdi mesele. Rap şarkılarında çok konuşuyorlar ya, kafam şişiyor. Mesela hadi dinleyeyim diyorum, başka biri daha giriyor söze, tekine zor katlanırken olmuyor. Wu-Tang Clan. Seçin içinizden birini söylesin ya. Cenk Taner’in gözünü seveyim, hep o söylüyor. Grubun adı çok tırt konmuş yalnız, prova aldıkları stüdyonun yanında çay ocağı olduğu için hep orada takılırlarmış, kesme şekerin nerede olduğunu soran biri kıvılcımı çakmıştır herhalde. Diğer ihtimal de şarkıyı kesmemeleri uyarısı: “Kesme be şekerim!” Bu daha kötüymüş. Marillion var, bu iyi. Valla ne yazacağımı bilemediğim için bu pek hoş grupla ilgili iki anımı anlatıp bitirmek isterim, Google’a yazınca çıkıyor çünkü grupların bilgiler. Marillion işte, Mike Portnoy’un Misplaced Childhood‘u övdüğünü görmemle Marillion çalacağım bir gruba katılmam aynı zamanlara denk gelmişti. Yaşlı metal tayfa vardır, müzik dükkânlarına veya barlara falan sıkışmışlardır, gerçi müzik dükkânı da pek kalmadığı için stüdyolarda falan takılırlar. Aralarında bir şeyler yapmış olanlar anlatırlar, benim katıldığım grubun finansal yükünü çeken dayımız bir zamanlar İngiltere’de okurken Running Wild’ın alt grubunun vokaliymiş, böyle şeyler. Neydi herifin adı ya, Tunç Akman mı, Tunç Arkan mı, bir şirketin CEO’su muydu, üst düzey müdürü müydü neydi, stüdyoya biralarla gelirdi de bayram ederdik. Ben KPSS’ye çalışıyordum o sıra, bira ve stüdyo iyi oluyordu. Dayının da ses iyiydi şimdi, on numara beş yıldız çalıp söylerdik. Davulcu sıhhi tesisatçıydı, parasızlıktan yakındığı zaman dayı hemen engin iş tecrübelerinden bahsedip her şeyin, işte, kendisi için yoluna girdiğini ve evet, tesisatçı için de yoluna gireceğini, sadece biraz dayanması gerektiğini falan anlatırdı böyle tok bir sesle, davulcunun içinden ettiği küfürleri duyardım da kıs kıs gülmemek için kendimi zor tutardım. Valla GT-8’im vardı o zaman, gerçi hâlâ var ama beş yıldır kullanmıyorum, benim Fender’i de verdim bir arkadaşa, elektrikli müzikten bir kere kopunca neyin nerede olduğunun önemi kalmıyor artık. Dünya para vermiştim bunları almak için de, yani o kaybolan zamanı düşününce zamanın geçmesinin bedeli olarak değer verdiğim şeylerin kaybolması makul. Onları elden çıkarmak. Beni sonuma yaklaştıran ne varsa başkalarını da yaklaştırsın diye. Hayat çok hüzünlü bir şey. Neyse, ton ayarladım ilk provadan önce, “Kayleigh” çalacağız. Çaldık, Tunç Beg pek beğendi, birkaç şarkı daha çaldık ama ne çaldığımızı hatırlamıyorum, bir de kendisinin üfürükten bir bestesini çaldık ama nasıl süslemişim, şeker gibi. Wah yerinde, şu bu. Üç prova, beş prova, iyi hoş, sonbahar gelsin de programa başlayalım, bilmem ne. Anlamadım ne olduğunu, adam bir gece arıza çıkardı, sebebini hatırlamıyorum. Bana yüklendi, beleş biradan olmak da istemiyorum, alttan aldım ama almamamı istiyormuş meğer. Whiplash mi çeviriyoruz dayım benim. Sonuçta ben şutlandım gruptan, diğer arkadaşlar devam ettiler. Yerime Hakan Şavklı geldiydi, povalar için kullandı beni dayı herhalde. Ben de onu kullanmış oldum gerçi, Eylül geldiğinde de atandım gittim Zonguldak’a, ağır müzik kariyerim son buldu. Death cover grubumuz vardı, Chuck Schuldiner’ımız Erhan caz manuşçu oldu, İngiltere’de çingene gitarı çalıyor şimdi. Çok ilginç, bir zamanlar birlikte müzik yaptığım insanların adım adım ilerleyişlerini izledim uzaktan, biraz kıskandım ama sevindim de. Mabel Matiz’inden Dolu Kadehi Ters Tut’una. Kayboldu o dünya, yasını hâlâ tutuyorum, yazdığım şeylerde müziğin bir yerden pırtlaması bu yüzden. Yapamadığım şeyi başka bir türde yapmaya çalışmak.

“Ten Years After”, sallan yuvarlan müziği doğduktan on yıl sonra kurulduğu için. Texas diye grup varmış bir de, bakayım. İsim çok önemli, insanlar kafa patlatıyorlar haftalarca. Çocukluğunda aklına gelen bir ismi defterine yazıp yıllar sonra kurduğu gruba isim olarak koyan da var, değişik işler.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!