Ceyhun’un yazılarından derleme, yeni bir şey yok, çoğunu önceden yazdığım için bam bam gideceğim. 1998’de Arif Damar’la karşılaşmış Ceyhun, eski günler gelmiş aklına, 1950’lerin sonlarından 1970’lere kadar şenlikli ortam, eğlenceler gırla, süper. Yazının tarihi yok, 1990 sonrasında yazılmış olsa gerek, Ceyhun’u bir derneğe çağırmışlar, konuşma süper, etkinlikten sonra hani içmeye götürecekler diye beklemiş, bakmış ki herkes arazi, “inanılmaz bir pişkinlikle” dağılmışlar. Yakup’un meyhanesine gitmiş Ceyhun, bakmış her yerde türediler, tanıdık kimse yok. Yakup gelmiş, dediği: “Sizinkilerin yarısı öldü, yarısı evden çıkamıyor artık, iyice ihtiyarladı. Ne işleri var meyhanede!” Neyse, Arif Damar’la karşılaşınca şairin bir dizesindeki “umutsuz umut” ifadesini çok beğendiğini söylemiş Ceyhun, Yüksel Pazarkaya da oradaymış, “utopia”nın tam öyle bir şey olduğunu söylemiş. Bundan sonrasında More’un meşhur metni, o zamanın olayları, sonra yine goy goya dönüş ve “umutsuz umut”u yaşatan edebiyatçıların sosyalizmi kurma düşü. Başka bir yazı, Ceyhun’un babası ilkokul mezunu bir işçiymiş ama elinden düşürmezmiş kitaplarını, Adana’da ne bulursa okuyan bir baba. Ne beklenir, çocuğuna da kitaplarını okutması ve çocuk yazmaya meyilliyse teşvik etmesi ama durum tam tersi, Demirtaş ders kitabından başkasını almayacak eline, hele yazmaya kalkarsa yallah tazyik, sopa inecek. Yazarlara aşırı saygı duyan bir adam neden engeller oğlunu, belki de 1980’de gözaltına alınan Ceyhun babasının korktuğunu başına getirdi. İfade vermesi için gecenin bir yarısı yataktan kaldırılmış Ceyhun, karşısında süngülü askerler, “Demek yazarmışsın ha!” diye ünlüyorlar. “Özür dilerim,” demiş Ceyhun, ne diyecek, bari yazarlığını duyumsamış mı, duyumsasa mıymış, yazarlık nasıl duyumsanacaksa. Ha, ona dair de bir yazı var ama öncesinde Ceyhun’un yazarlığa nasıl bir paye biçtiğine bakalım. Ben eğlendim, o kadar önemli bir işi başarıp göğsünü gere gere gezmeye başlayan Ceyhun’un kibrine hayran oldum, keşke ben de yazar olsam da öyle bir gezinsem, yazar olabilmek için yaptıklarına bakınca hak etmiş yani. Yazar olduktan sonra bunlar: Ceyhun yurt dışına çıkacak bir gün, Kemal Özer’le vize işlemi için bir yerdeler, polis bizimkilere, “Yazar olduğunuz nereden belli?” diye soruyor. Sait Faik’in meşhur bir hikâyesi var konuyla alakalı, o ayrı, burada gerçekten bir yazarın yazar olup olmadığının ölçütünü merak ettim. Yazarın yazar olmasının önemini de merak ettim, yazar olmak o kadar önemli ki bir an düşünüyor Ceyhun, gerçekten yazar mı, yazarsa nasıl ispatlamalı? Yok ya, böyle düşünmüyor, “Şu kendini bilmez hadsize bakın hele, sen bir yazara yazarlığını nasıl sorgulatırsın dallama?” diyor açık açık. “Yazar hakkı” diye bir şey varsa önce saygı gelmeliymiş, telif falan sonra. “Köfteci Huysuz” bahsi daha şamata, hani cürmü kadar yer yaktığını bilmeyenlerin kibri. 1981’den manzaralar: O yıl jüriler ödül verilecek eser bulamamışlar, ödüle katılan eserleri de açıklamışlar, Ceyhun’a göre beş para etmeyen metinlere elbette ödül vermeyeceklerini söylemişler açık açık, ayıpmış. Mesela Orhan Kemal’in adına konulmuş ödülü alabilecek Bekir Yıldız varmış da neden vermemişler, o ne saçmalıkmış. Buradan ödül dünyasına, daha doğrusu edebiyat dünyasına ve Ceyhun’un kulislerine geliyoruz, sirkatin söylüyor Ceyhun, 1967’de yayımlanan öykü kitabını üyesi olduğu derneğin yönetim kurulu toplantısında imzalayıp dağıtırken, a a, öykü ödülü jürilerinden birinde yer alan arkadaşa da veriyor ama çok yanlış zaman, çünkü ödülü o yıl Muzaffer Buyrukçu’ya vereceklermiş. Az bakındım, Ceyhun’un TİP’le bağı malum, Oktay Akbal’ın da TİP’le bağı malum, 1968’de Sait Faik Hikâye Armağanı’nın jürisinde Oktay Akbal var, o yıl ödülü Muzaffer Buyrukçu kazanmış, ee. Birkaç ay sonra jüriden bir “abi” aramış, 1969’un ödülünü muhtemelen kazanacağını, kitabını çok beğendiklerini söylemiş, sonuçlar açıklanınca bir de bakmış Ceyhun, Faik Baysal kazanmış ödülü. Arayan kim olabilir, Vedat Günyol olduğunu sanmam, Rauf Mutluay belki, Behçet Necatigil de aramaz, sonuçta ödüller böyle dağıtılıyor. Başka bir dünya olay, sekiz ciltlik bir kitaba ödül verilmiş, Ceyhun jürideki arkadaşlarından birine sekiz cildi de okuyup okumadığını sormuş, cevap malum. Başka bir ödül konusunda rakı masası muhabbeti bu kez, jüri üyelerinden biri ödül için X’e oy vereceğini söylemiş, Ceyhun isyan edip kişiye değil de kitaba ödül verildiğini söyleyince jüri üyesi X’in çok yaşlandığını, oysa Ceyhun’un birçok roman yazacak kadar uzun zamanının olduğunu söylemiş, elbet gelecekte o da alırmış ödül. Durum bu, yanlamadan olmuyor bu işler, pek çok deneme metninde bu mevzunun farklı cephelerine denk geldim de Ceyhun kadar açık sözlülükle anlatanını görmemiştim, süper. Başka, metinlerini eleştirenlere karşı ateş püskürüyor bir yerde Ceyhun, hani kurmacanın matematiğini kutematiğini biliyor muymuş o eleştiren, karakter nedir, olay örgüsü nedir biliyor muymuş, kısacası bir şeyler biliyor muymuş, bir sınaması lazımmış Ceyhun’un. Buradan itibaren iticiliği artıyor Ceyhun’un, fecaat laflarına geliyoruz yavaştan. Ama bir saniye, “serseri yazar” tipinin rağbet görmesine mükemmel bir eleştiri var arada bir yerde, hani çeşitli işlere girip çıktığı belirtilen yazarlar patlama yapmış bir zaman da okurları yanıltmaya yönelik bir taktiğin ürünüymüş bu, serseri yazardan daha iyi yazanlar da serseri miymiş? “Hele hele CHP’nin tek parti iktidarı döneminde, sadece birtakım avare edebiyatının (ya da magazin edebiyatının) dilimize aktarılmasına izin verilmiş olması, sanırım bu sağlıksız gelişmeyi daha da hızlandırmış. Panait Istrati’nin lumpen edebiyatının bize ettiği kötülüğü, galiba hiçbir güç edemez.” (s. 38) Maşallah. Yazarlık mevzusu yarım kaldı, tamamlayayım: Ceyhun altıncı kitabıyla nihayet ödül almış, oraya buraya koşturduktan sonra vermeseler ayıp. Oğuz Akkan telefon etmiş, Ceyhun’la kitapları konusunda görüşmek istediğini söylemiş, Ceyhun’un sevinçten eli ayağına dolanmış çünkü yazar olmuş nihayet, sevinçten İstanbul’un üzerinde uçmuş. Vallahi sıkıntısı bana geçmişti, Ceyhun’un en sonunda yazar olduğunu gördüm de rahatladım, ben yazar olmuşum gibi sevindim sağ olsun.
Sait Faik’i iki kez görmüş Ceyhun, Adana’dayken öykülerini okuyup hayranı olduktan sonra İstanbul’a gelince, yıl 1953, edebiyat matinelerinden birinde ilk kez. Attilâ İlhan kırmızı atkısını savurup savurup “Sisler Bulvarı”nı okumuş o gün, Sait Faik’in öyküsünü Küçük Sahne’den bir aktör okumuş. İkincisi Robert Kolej’de, yine bir matine, Sait Faik seyircilerin arasında oturuyor. Öyküsü okunmuş, sonra biri, “Sait Faik de burada!” deyince alkış kıyamet. Arkadaşları kaldırıp selam verdirmeye kalkmışlar, Sait Faik büzülmüş iyice, alkışlardan kulaklar patlamaya başlayınca şöyle bir kalkmış Sait Faik, selamı verip yallah koşturmuş dışarı, ortadan kaybolmuş. Başka da çok mesele var ama sızlanmalardan ve köşeli köşeli sosyolojik tahlillerden ibaret, Orhan Gencebay’ın ünlü olmasını bodoslamadan göçebe kültüre bağlıyor Ceyhun, şiiri miiri Batılılaşmış yerleşiklere denkliyor, hani ikisinin çatışması yüzünden artık şiir yokmuş da “oynama şıkıdım şıkıdım”lar varmış, pop kültürünü de çorbaya kattıktan sonra aşure. Bülent Ersoy’la ilgili söylediklerini bugün söylese muhtemelen mahkum edilirdi Ceyhun, sapıklık mapıklık bir dünya laf. Metinlerimizde seks çok artmış bir dönem, o kadar seks olmazmış, olmasının sebebi yine göçebe kültür ve cinsel açlıkmış aslında, Batı’daki gibi edebi lagaluga değilmiş falan, gidiyor böyle. Bir vaka olarak okunabilir bu denemeler, eğlenceli.
Cevap yaz