Rock Laneti ayarında değil, bazı yan hikâyeler dönemin yıldızları şöyle bir görünsün diye gereğinden uzun tutulmuş, ünlenen müzisyenlerin hayatını kaydırabilecek meselelerden biri bile es geçilmemiş de bahtsız karakterlere serpiştirilmiş, kısacası aksayan çok yanı var ama konusu olsun, anlatım biçimi olsun, şahane roman. İlgi alanımı şöyle genişçe çevrelediği için ayrı bir zevkle okudum, sevdiğim müzisyenler ortaya çıktıkça şarkıları bağıra çağıra söyleyesim geldi. Mesela bizim Ütopya Yolu’nun elemanları ABD’deki ilk konserlerini verecekleri zaman Hotel Chelsea’de kalıyorlar, kimlerle karşılaşacaklarını biliyorum da beklemeye başlıyorum, Elf asansöre bindiği zaman Lenny’yle karşılaşıp sohbet etmeye başlıyor. Lenny kısa süre önce Yunanistan’dan dönmüş, Hydra’dan daha doğrusu, adada bir ev almış, kısa sohbetten sonra adamdan bir “Chelsea Hotel” performansı beklemeye başladım. Lenny çatı katında yaşayan bir arkadaşının akşamki partisine davet ediyor grubu, daire Janis Joplin’in tabii! Çatı konserleri, şarkılar, tripler, Elf’in Lenny’yi kibarca reddetmesi, her şey hızla tırmanılan şöhret basamaklarının bir parçası. Hikâyenin başladığı İngiltere’de David Bowie’yle karşılaşıyorlar iki kez, ortalıkta bir dünya müzisyen dolaşıyor. Filmin sonunda “kaynayan ortam”dan bahsediliyor, romanda Brian Eno’nun tanımıyla açıklanan mevzu: Etrafta bir dünya stüdyo, pub, ve en önemlisi de yetenekli müzisyen varken azıcık tutkusu olan hiçbir şey yapmadan duramaz. 1960’ların Londra’sında türler kaynaşıyor, sanatçılar birbirlerinin projelerinde yer alıyorlar, ilham alınacak sayısız kaynak var. Grubumuzun dört elemanının da sağdan soldan duydukları sözleri şarkılarına aktardıklarını, dinledikleri plaklardan melodi devşirdiklerini görüyoruz, kişisel tarihlerinin en travmatik olaylarını şarkılara dönüştürmelerinin yanında birinin şarkısına diğerleri kendi karakterlerini katınca şahane eserler üretiyorlar, her birinin yaşamına eğilmek bu açıdan oldukça önemli ki Mitchell daha grup kurulmadan sunuyor geçmişleri. İkili akışı tercih ediyor genellikle, albümlerin A ve B yüzleriyle bölümlediği anlatıyı şarkı isimleriyle alt bölümlere ayırıyor, bu bölümlerde karakterlerin birlikte yaşadıkları maceraların gelişimiyle karakterlerden birinin geçmişi arasında mutlaka bir paralellik kuruluyor, Lost‘un yapısı.
Dean’le başlayıp Dean’le sonlanan serüvende başını belaya sokanların ilki bas gitaristimiz. Dean çalıştığı kafeden şutlanıyor, abisinin yolladığı parayı çaldırınca kirayı da ödeyemeyip odadan kovuluyor, o geceyi sokakta geçirmemek için çaresizce düşünürken Levon’la karşılaşıyor. Dean’i önceki grubuyla dinleyip beğenen Levon’un cebinde önemli bir teklif var, aklındaki süper grupta çalması için Dean’i ikna etmeyi başarıyor. Evindeki kanepeyi Dean’in hizmetine sunması da önemli bir etken tabii, başını sokacak yeri bulduktan ve diğer elemanlarla tanıştıktan sonra Dean’in yaşamı yavaş yavaş yoluna giriyor. Aileyi düşününce aralarında en şanssızı Dean belki de, müziğe yetenekli annesini kaybettikten sonra babasının gaddarlığına maruz kalan Dean okkalı bir dayak yedikten sonra evden ayrılıp şansını denemeye geliyor Londra’ya, bir yerden tutturuyor ama müzikten çok türlü belayla uğraşıyor. Şantajcı arkadaşının para sızdırma çabası, İtalya konseri sırasında hapse atılması, hamile bıraktığı bir kadının tehditleri, bitmek bilmeyen baş ağrıları. Dean azıcık hödük, biraz da şapşal, yeteneği olmasa tam bir sığır olarak yaşamını sürdürecekken köşeyi bir güzel dönüyor ve son noktaya kadar elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor.
Griff’in abisiyle geçirdiği trafik kazasından sağ kurtulması iyi, abisinin ölmesi ve grupla birlikte çalmayı bırakmak istemesi kötü. Sıkı davulcu, grubu toparlayan adam. İlk konserlerine çıktıkları dandik yerde kafasına yediği şişeyle yaralanıyor, daha da ağır yaralandığı kazadan sonra bir süre toparlanmaya çalışıyor ve gruba geri dönüyor nihayetinde, caz havasını kaybetmiyor. Sessiz bir adam, güvenilir, iğneli lafları her an kalplere batabilir. İşçi sınıfının yılmaz neferi, başarılı olmak zorunda ki abisinin desteklerinden sonra yüzü kara çıkmasın.
Elf ve Jasper romandaki en ilginç karakterler, özellikle Jasper’ın mevzusu akıllara zarar da Elf’le başlamalı. Üst sınıftan bir ailenin çocuğu Elf, babası muhafazakar bir kapitalist olarak kızının müzik kariyerini bırakmasını istiyor ama Elf yılmıyor, sevgilisi Bruce’la birlikte çıkardığı bir plak çok tutunca eşelemeye devam ediyor, Bruce terk edinceye kadar. Elf müziği bırakmak istiyor Bruce gidince, verecekleri konserin iptal olma ihtimali bir işaretse de tek başına çıkabilir Elf. Levon ve Dean izlemeye gelmese felaket, kadını kurtarıyorlar resmen. Birkaç acı var Elf’in yaşamında, yeğenini kaybetmesi ve Bruce’un geri dönmesiyle tekrar kurduğu güvenin müzikal hırsızlık sonucu yıkılması korkunç, cinsel kimliğini keşfettiği bölümlerde yine dertlenecek gibiyse de etrafındakilerin desteğiyle ayakta kalmayı başarıyor. Klavyede son derece başarılı bir arkadaş Elf, gruba folk havaları katıyor ve Janis Joplin’le yakın arkadaş oluyor sonraları. Üç erkeğin arasında tek kadın, genellikle bu konuyu esas alan “erkek soruları”nı ağızlara tıkmayı iyi biliyor, romanın feminist kanadı Elf’e emanet.
Jasper, sen ne değişik bir kardeş çıktın, bu adam Hollanda’nın mühim ailelerinden birinin çocuğu olmakla birlikte kafasındaki tik taklar olmasa müzikle uzaktan yakından alakası olmayacaktı. Yatılı okuldayken okumadığı kitap kalmamıştır Jasper’ın, sanatla zaten yakından ilgiliyken zihnindeki gürültüye dayanamayıp kaldırıldığı hastanede gitar çalmaya başlar, çaldıkça çalar, müthiş geliştirir kendini. Duygusal disleksisi yüzünden insanların neler hissettiklerini anlayamaz, ezberlediği kalıplar üzerinden verdiği cevaplar yeterince iyidir ki sadece garip biri olduğu düşünülür Jasper’ın, yaşadığı psikotik sorunlar görmezden gelinir. Cehennemin tam dibindedir oysa Jasper, tik taklardan bahsettiği bir arkadaşı seslerle iletişim kurar, onlara sorular sormaya başlar. “TikTak” diyeyim artık, bir süre sonra Jasper’ın canını alacağını çünkü o bedene ihtiyaç duyduğunu söyler. Jasper’ın doktoru ilaçların yardımıyla sesleri kısar, Jasper’ın kafasındaki Moğol nam bir varlık da TikTak’ın etrafındaki sinapsları keserek öcüyü/patojeni yalıtır, Jasper’ı birkaç yıllığına kurtarır da zamanı gelince ortaya çıkar yine TikTak, en olmadık zamanda. Hollanda’daki doktor New York’taki bir arkadaşına ulaşacağını, yardımın yolda olduğunu söyler. Bundan sonrası çok ilginç. Hikâyedeki asit tripleri, yaşanan absürt olaylar öyle bir seviyede ki hiç yadırganmıyor: TikTak ele geçirdiği bedeni konser alanına döndürene kadar grup elemanları dokuz doğurur, kapıdan gireni gördüklerinde patlarlar ama Jasper tepki vermez, beş dakika sonra sahnededirler zaten. Clapton ve Hendrix’le kıyaslanan Jasper odun gibi çalar, son şarkıda hayatının performansını gösterir ve yere yığılır. Nedir, aslında TikTak kimse şüphelenmesin diye dönmüş, Jasper’ı kendi bedeninde seyirci kılmıştır. Sonra bir şarkılığına bırakmıştır kontrolü, Jasper arkadaşlarına veda edip kendinden geçmiştir. Adamın yaşadığı yine uyuşturucu vs. yüzünden olabilir, bu ihtimal hep geçerli ama hikâye öyle bir yere kayıyor ki kendi içinde son derece tutarlı bir doğaüstü güce ve mücadeleye tanık oluyoruz, anlatı bir anda kötücül bir varlıkla savaşa dönüşüyor. Doktorun arkadaşı metafizikle haşır neşir biri, Jasper’a musallat olan varlığın izini sürdüğünde Japonya’nın dağlarında tepelerinde kurulmuş bir tapınağa ulaşıyor. Bu doktor 1790’larda tanışmış o Japon keşişle, yeni doğan bebeklerin ruhlarını sıvıya dönüştürüp şişeleyen keşiş ölümsüzlüğü elinde tutsa da doktorun yardımıyla zehirleniyor ve öldürülüyor. Jasper’ın büyük büyük büyük dedesi de orada, keşişin ruhu hemen dedeye geçiyor, birkaç kuşak sonra iyice güçlenip Jasper’ın bedenine musallat oluyor. Doktorun söyledikleri, Jasper’ı kurtarma yöntemi fantastik bir romandan fırlamış gibi, anlatının geri kalanıyla ilgisi kurulamayabilir, yine de aşırı iyi. Jasper nihayet kurtuluyor, süper bir gitarist olarak sololarını atmaya devam ediyor.
Ne denir, rüya dönemden rüya gibi bir roman. Şiddetle tavsiye ederim, müzik tutkunları hiç kaçırmasın hele.
Cevap yaz