Oktay Akbal – Konumuz Edebiyat

“Yazar Dostlarım” bir günlük veya ömürlük dostlukların niteliği, Akbal isim vermiyor. Veriyor, Baudelaire mesela, Whitman, Flaubert, Nerval, sevdiği yazarlar. Bazılarının metinlerini seviyor bir, ilk karşılaşmada bütün varlıklarını göz önüne serenler olmuş, onlardan uzak durmaya çalışmış. Vefasız çıkanlar, her kezinde değişenler, bir dünya insan geçip gitmiş Akbal’ın gözlerinin önünden. Bazılarıyla kalem çakıştırmış, Aziz Nesin’le giriştiği kısacık tartışmada sözünü esirgemediğini görebiliriz, yakın arkadaşı Salâh Birsel’e dokundurmuşluğu da var, işin özü Akbal sırf yazmak için yazmadığı yazılarda lafını esirgemiyor. Yazmak için yazdığı yazılarda ne yapıyor, “Aklıma bir şey gelmedi de şu otobüs ve insanlar ne garip!” diye bir bağlama çekiyor, söz nereden tınlarsa. “Yalancı Tanık Olmamak” sal ipi bir yazı değil örneğin, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 1924’te mahkemeye sunduğu savunmayla başlıyor. Ben Deli Miyim?‘in ahlakı yıkıcılıkla suçlanması ancak gerçeklerden memnun olmayan zihinlerin işi olabilir, Gürpınar’a göre roman gerçeğin aynadaki aksidir ve “hiçbir hükümet, hiçbir memleket sanatı asaletinden soyup yalancı şahit derekesine indiremez”. Sanatı değil, gerçeği ıslah etmeliyiz, öyle kafamıza göre ahlak bekçiliği yapıp sanatçıyı mahkum etmemeli, hele yazdıklarından ötürü taşlamamalıyız. Düşününce, yani Ferat Emen’i linç etmek isteyen bir güruh vardı zamanında, bir şey oldu da sustular, çok ilginç. “Hep kötü şeylerden bahseden” yazarlarımızı önce uyaran, sonra hapisle ödüllendiren şu köklü devletimiz kimlere selam yollamış, kimleri içeriye davet etmiştir, yetmezmiş gibi devletçik bireyler türetmiştir de sopalama işini necip milletimize bırakmıştır, süper olay. Akbal’a göre Batı ülkelerinde bazı bazı görülüyor bu, Doğu’daysa ata sporu. Flaubert yargılandığı zaman adı lazım olmayan savcının savı gelenek görenek, ahlak namus, sanatın kurallara bağlanması ve bu kuralların sanatın özünü koruması. Yazar kendini savunuyor, iki aylık hapisten kurtuluyor da beraat kararında bile sopanın ucunu görüyor şöyle bir, edepsiz edepsiz şeyler yazmaması için uyarılıyor. Baudelaire dava edildiği zaman altı şiirinin Kötülük Çiçekleri‘nden çıkarılmasına karar verilmiş, şair okkalı bir para cezasına mahkum edilmişti, şiirler 1950’den sonra başka bir mahkemenin verdiği kararla özgürlüğüne kavuştu. Uğraşıp durmak yorucu ama yazarlık onuru da başka türlüsüne yüz vermiyor, Gürpınar’ın şu vurucu sözleriyle kapansın bahis: “‘Ben susayım. Bakın bu içtimaî marazlar cemiyeti inletiyor. Yaralar işliyor. Her gün artan virüslerin mikropları etrafa yayılıyor. Susmak… Abdülhamid devrinde bu, Meşrutiyet devrinde bu, Cumhuriyet’te de mi böyle olacak? İkazen derdi göstereni niçin o fenalığın mûcidi sanıyorsunuz?’” (s. 12) Çağın tanıklığı tehlikelidir, gerçeği Arkadi ve Boris Strugatski’nin yaptıkları gibi bilimkurgu ve fantastiğin örtüsüyle belirsizleştirmezsek totaliterin elindeki sopayla müşerref olacağız demektir ama Akbal’a göre çağın ötesine geçebilmek tam da bu cüreti göstermekle mümkündür, yazar insanı anlatırken egemenin kılına zarar vermezse arıza çıkmaz, kafasını kırarsa kurmaca kartını yırtıp atarlar, tıkarlar içeri. Öyle göz kanatıcı bir berraklık değil metni zamana karşı koruyan, insanın temel nitelikleriyle çağın özelliklerine uyum sağlama biçimi. Karakter yine karakter olacak, devrinin sunduklarını kabul edecek veya dışlayacak, evrilse daha da iyi. Kıymeti mi acaba insanın, seçimleri mi, raydan çıkması veya raya girmesi mi önemli olan, Sartre ve Sait Faik’i yan yana getirerek cevabı arıyor Akbal. Sartre insan hayatını eski bir katedralden üstün tutuyor, Sait Faik bir öyküsünde karakterlerinden birine Süleymaniye’yi, diğerine insan hayatını yeğletiyor. İnsan en üstün, insanı her şeyin üzerine koyabildiğimiz gün dünya düze çıkacak Akbal’a göre. Bu açıdan “Yaşam’a Yenilmemek” tutarlı, sava destek bir metin, Akbal’ın intiharla ilgili aşırı yorumlarına katılmak şart değil. Tarancı’nın Cumalı’ya söylediği sözle başlıyor: şairlere düşen azar azar intihar etmek. Yaşama yenilmenin sonucu bu söz, Mayakovski ve Pasternak’la ilerleyen mevzu en sonunda yaşamla mücadeleye bağlanıyor. Yaşamı yenersek ne güzel, sanatçılar ve yaratıcılar için yaşama bağlanmak bir çeşit tutku olmalı. Eh, bu görüşün götüreceği su çağlayanlar dolusu, pek ıslanmamalı da tersinin geçerli olduğu sayısız örnek varken bu coşkudan pay almak zor. Kendi adıma konuşayım, bu nedir ya. Bundan daha saçma sapan bir şey görmedim. Yaşamaktan bahsediyorum.

Çağın beğenisine kapılmak veya kapılmamak, işte küçük mesele. “Yazar, içinde yaşadığı toplumun bir aracı olmaktan kendini kurtarmak için büyük bir çabada bulunmalıdır. Kendini çevresine sevdirmek, beğendirmek için yapacağı en küçük fedakârlık yarınlara kalmasına engel olacaktır. Bunu bilmelidir. Bilmelidir ki, geçici başarılar ardında koşan sanat eri yılların acımasızlığı altında ezilir gider.” (s. 26) Akbal’ın devri de farklıydı tabii ama çok indirgemeci çıkarımlar bunlar ya, günümüze bakınca kendini beğendiren yazar yarınlara kalıyor, yılların acımasızlığı da bir iki aslansın kaplansınla tokatlanabilecek durumda. Örnek olarak Victor Hugo’nun Stendhal eleştirisi var, Hugo’ya göre Stendhal yarınlara kalamayacak çünkü yazı yazmanın ne demek olduğunu bilmiyor Stendhal. Başkalarına göre dalavereci, ahlaksız bir adam, yayımlanan ilk metninin tantanası yüzünden boylarını aşan yorumlar yapıyor insanlar. Ezilip gitmek tutkunun yitmesinden başka bir sebeple nasıl olacak bilemiyorum, ideoloji borazanı metinler zaten hep hayatta, kalabalığa oynayanların en kötüsü uzunca bir süre hayatta kalıyor, e? İyi metinlerin ölmesine hiç değinmiyorum, “metin süperse hakkı er geç verilir” zırvasından gına geldi. Metnin iyiliğini kötülüğünü belirleyen kıstaslar bir yana, şu dijital orman ortaya çıkmadan önce bile kaç metin hemen hiç görülmemiş, yüz tane örnek sayarım, ben bir istisnaysam kaideyi de bozmam üstelik. Kaide: metin süperse hiçbir halt olmayabilir çünkü haltlık sırf süperlikle ilgili değildir. Goethe demiş, bir milyon okur bulacağına güveni olmayan kimse kalemi eline almamalıymış. İki okuru olan muhteşem bir metin düşünüyorum, doğada kendi halinde bile var olabilir. Bizdeki duruma bakıyor Akbal, en beğenilen piyasa romanlarının 50 bin olsun satmadığını söylüyor, Sait Faik’in kitaplarını okuyanların toplamı yazarın sağlığında üç dört bini geçmemiş.

Akbal’ın dostlarına vedası var bir iki, Sabahattin Kudret Aksal’la yürüyüşlerini anması bundan. Akbal ve Aksal öğlenleri Sultanahmet tramvay caddesi boyunca çıkıp Çemberlitaş’a yürürler, yoldaki dükkânlardan birinin vitrininde iki portre. Delikanlının gözleri gülüyor, kız çok mutlu, her gün mutluluk saçıyorlar caddeye. Aksal bu vitrin başta olmak üzere diğer vitrinlere de bakar, fotoğrafçıların gülen insanlarını pek severmiş. Öykülerinin toplandığı kitabın adı buradan. 1947’yle 1950 arası: “Şiirden, sanattan bahsederdik. Kendinden çok, başka, sevdiği şairlerin şiirlerini okurdu. Yıllardır görmediği Cahit Sıtkı’ya ait anılarını anlatırdı. Sonra onun işe dönme saati gelirdi. Ben bir sinemaya ya da bir avareliğe gidecektim. O ise yeniden çalışmaya. Ama yol üstü, vitrini bir kere daha seyretmekten kaçınmazdık. O iki resmin yan yana durması dünya üstünde mutluluğun, aşkın egemen olduğunu ispat eden bir belge gibiydi sanki.” (s. 71) Sonra Külebi çıkacak bir yerlerden, Marilyn Monroe bile çıkacak. Kurulamayan yazarlar sendikası var arada, ihtiyacı olan yazarlara maddi destek sağlayacak bu sendika girişimlere rağmen bir türlü kurulamamış. Şimdi var, yazarlara yardım ediyordur umarım. Bizde gerçi iki gerçeklik boyutu var, mesela bir taraf diğer tarafın varlığını görmezden gelir gibi. “Sen başka gerçekliğin sendikasısın.”

Akbal’ın kalemi, yazısı, edebiyatı. Hoş.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!