David Le Breton belli ki bedene kolay kolay veda etmeyecek, “dünyanın tadını kaybetmeyecek kadar etten ve kemikten” olduğumuzu söylerken “çağdaş aşırılık” kavramını da koyuyor masaya. Bedeni “yok etmeyi” düşünen, kusurlarını gidermeye çalışan teknoloji öyle görünüyor ki insanın tarihindeki en büyük kırılmaya yol açacak: biyolojik varlığımızın enformasyonu yakalayamamasının yol açtığı değişimin başındayız, zihnin dijitalleşmesiyle bu sorun aşılacak. Hayırlı olsun, simek olmaya pek kalmadı. Aşırılık mıydı, Orange Katolik İncili insan aklına benzer makine yapmama emriyle başladığına göre, eh, zira Agamemnon ve tayfası sistemin içini dışına çıkaracakken zorlukla durdurulmuşlardı ama bunların beyinleri insan beyniydi zaten, bedenleri makineydi. Kötü senaryo, cyborg veya cymek, insanlığın ortadan kalkmasını sembolize etmiyor da yaşamı içeren başka formların taşıdığı potansiyel tehlikeleri imliyor aslında, denetimsiz gücün insanlığın başına ne belalar getirebileceğini gösteriyor. Aşırılık: karbon bazlı bedenimizden kurtulmaya çalışmak. Tarihimiz boyunca bedenimizden yola çıkıp bedenimize döndük, sanatlar ve bilimler böyle serpildi, şimdi her şeyimizi borçlu olduğumuz varlıktan -beyni de katıyorum buna, düalizmin son nörolojik çalışmalarla rafa kaldırılmasından sonra- uzaklaşmaya çalışıyoruz. Yazarın da değindiği gibi, ileride ancak maceracılar dönecek et ve kemikten ibaret forma, belki nostaljik gezi olarak karbon bazlı bedene dönmek moda olur, statü göstergesi haline gelir. Önce her şey toz bulutuydu falan, Platon ruhun kendisini hapseden bir bedene düştüğünü söylemişti, ondan asırlar sonra William Cowper acılar içindeki ruhunun ölmeden bir bedene gömüldüğünü yazacaktır şiirlerinden birinde. Gnostiklere göre Tanrı’dan önce birtakım varlıklar yaratılışa el atıp tasarıyı kusura boğmuş, dünyayı acı verici bir hale getirmiş, insanı da nefret edilesi bedene sokmuşlardır. Çağdaş bilimsel söylemde kayıtsız maddedir beden, özneden ontolojik olarak ayırt edilmiştir, kimliğin kökü değildir. Özden ayrı bir yapıdır, aşılabilir, toplumsallığın başlangıç noktasıdır, aşılabilir, hastalıkların ve kusurlu yaşamın sebebidir, aşılmalıdır. “Beden artık tek eksiği bilimin son dokunuşu olan nihai mükemmelliğe ermesi için ona müsvedde muamelesi eden biyologların ve mühendislerin hâkimiyet bölgesidir.” (s. 12) Öncesinde insanın -bilinci kastediyorum- kendini ifade etmesinin tek yoluydu, Descartes’ın örtük ayrışmayı devam ettirmesiyle zekânın altında kalmaya devam etti, ancak bir gösterge olarak mevcuttu. Bilimsel keşiflerle birlikte modüllerine ayrılabilir hale getirilince legodan hallice oldu, üstelik kullanmaya da gerek yoktu artık, oturan insan o vaziyette sürdürebilir yaşamını. Çağlardır boyandığını, dövüldüğünü biliyoruz, küçük bir yaranın enfeksiyon kapması yüzünden ölen atalarımız için korku unsuruydu ayrıca, ne olduğunu anlamadıkları için tapınılacak bir nesne belki olmamıştır ama dehşetle karışık bir saygı doğuruyordu. Günümüzde sağlık potansiyelini diri tutmanın bu korkuyla ilgisinin olduğunu sanıyorum, Sennett’e göre Protestan etiğin modern bir biçimi olan beden kültü çeşitli eylemlerle yüceltilir, mesela spor salonlarında her bir parçacığının görünür kılınması sağlanır ki makineleşmenin temsilidir, güç istencidir. Bir başka pratik cinsiyetten gelir: “Transseksüel, bedenin dönüştürülmesi gereken bir form olduğu duygusunun neredeyse karikatürvari bir simgesidir. Bu nedenle, modernitenin birçok pratiğinin takıntısı olan farklılaşmamışlık özleminin ötesine geçer; bu özlemin radikal örneklerini tıbbi yardımla üreme âleminde ya da yapay kuluçka sayesinde kadının gebelikteki rolünü ortadan kaldırma fantasmasında göreceğiz.” (s. 31) Örneğini Lyon’daki transseksüel fahişeliğin oyuncul ilişkisinden, öznenin kimliğini tanımlanamaz kılmaktan alması hem kısır hem taraflı bir bakış açısını ortaya koyuyor, geçiyorum, performans sanatlarına gelip kendini zincirlerle tavana asan, bedenlerinde yaralar açan sanatçılara varıyorum: organik formların defolarını, etten doğan acının yok edilmesi gerektiğini gösterirler. Orlan nam sanatçı bedenini ölçü birimi olarak kullanarak binaların boyunu belirlemeye çalışır, uzayın kaç Orlan-beden içerdiğini performansıyla hesaplar, bazıları ameliyatlarla dişiliği ve erilliği aynı bedene taşırlarken bazıları yüz hatlarını sildirerek cinsiyetsizliği belirtir, Orlan’a göre beden “çağımızın hayati sorularının ortaya konulduğu bir kamusal tartışma alanıdır”. Avustralyalı sanatçı Stelarc daha radikaldir, bedenin güncel teknolojiler karşısında anlamsız kalışını gösterileriyle ifade eder. Kurduğu ses sistemiyle damarlarında akan kanı duyurur, dünyanın çeşitli yerlerindeki insanlara internet yoluyla bağlanır ve bedenlere yerleştirilen aparatlar sayesinde istemsiz hareketlere yol açar, aynı anda bin kişi kollarını kaldırır örneğin. Farmakolojik üretime gelelim, gündelik hayatın zorlayıcılığı karşısında zayıf düşen veya istenen tepkileri vermeyen bedeni kimyasallara boğarak fişekleriz, karmaşaya karşın birkaç hap işimizi görür. “Mesele zaten aslında tehlike altında olmayan sağlık değil, sağlığa fazladan yatırım yapılmasıdır, yani bireyi artık tatmin etmeyen organik işlevlerin tepki ya da direnç kapasitesini güçlendirmektir. Sarsılmış bir hayati dengeyi yeniden kurmak değil, dünya karşısında belli bir hedefe odaklanmak, daha iyi uyum sağlamak söz konusudur.” (s. 60) Prozac bu sebeple ortaya çıkmamıştı oysa, hâlâ hayat kurtarıyordur ama günümüzde milyonlarcasının tüketilmesinin sebebi insanın bir dış etken olmadan yaşamıyla aynı frekansta titreşememesidir, gündelik ruh hali tıbbileştikten sonra ticarileşir, beden gelir kapısına dönüşür sermaye için. Yazara göre “kendi olmak için kendi olmaktan çıkmak; nihayet metnin son haline varan bir müsvedde gibi kendini düzeltmek”.
Çocuklar, çocuklarımız. Evlat edinme prosedürü çok karmaşıktır, öyle karmaşıktır ki kasıtlı olarak karmaşıklaştırıldığı düşünülebilir zira çocuk “yapılması” makbuldür, toplum çocuk bekler. Olmuyorsa tıbbi yardım alınır ama tıbbi yardımın yol açacağı yan etkiler yüzünden çocuğun olmadığı görülmüştür, mesela stres seviyesinin artması en büyük engellerden biridir çiftler için. Rahim arkaiktir, sorunludur, onun yüzünden çocuk olmadığı için başka çarelere başvurulur. Beden dışı gebelikte kadın bedeni sürecin dışına itilir hatta başka bir bedende gelişen bebeklerin “mülkiyeti” ahlaki ve etik birtakım problemlere yol açar, sözleşme denen kâğıt parçalarıyla düzenlenemeyecek kadar karışık bir konudur bu. Kadın ıslah edilirse tamamdır, doğurabilir ama bedeninin kesilip biçilmesi yine ticari amaçla yapılıyorsa yok yere tahriptir. Embriyolar, gen araştırmaları, pek çok kaynakta söylendiği gibi gelir piramidinin tepesinde olanlar için bir nevi ölümden kurtuluş yoludur zira soyun kusursuzluğa yaklaşmasını sağlar, bu yüzden canavar gibi yatırım almaktadır. Bir arıza çıktığında alt sınıfı aşağıda bırakıp uzaya çıkmaktan çok daha iyidir bu, sığınakta yaşamak zorunda kalsalar bile genetik olarak hiçbir hastalıktan mustarip olmamaları sağlanan çocuklar serveti sonraki nesillere aktarabilir, o sıra bir dilim ekmek arayan insanlar bok yiyebilir. Genetik doğruculuk var tabii, Siyahların “ırksal özelliklerinden ötürü” berbat durumda olduğunu söyleyen saygıdeğer beyaz araştırmacılar bedeni bir de buradan örselerler, suçu genetiğe yığarak ıslah çalışmalarını başlatırlar. İlerleyen bölümlerde yavaş yavaş çıkıyoruz bedenden, yapay zekâ ve sanal zihin araştırmalarına geliyoruz, etten kurtulup sanal uzayda özgürce dolaşan bilincimizin peşinden giderken cinselliğin elektrik sinyallerine dönüşüp dönüşemeyeceğini düşünüyoruz. Ne kadar tartışıldı bu, ne metinler yazıldı, hâlâ da yazılıyor ama bedenin sonrasının, insanın sonrasının piyasaya çıkmasına daha var, pratikte sınanmayan sorunların çözümleri kaç kez üretilir, değişir bilinmez. Son bir alıntıyla bitireyim, kitabı şiddetle tavsiye edeyim: “‘Nefes alan, kalbi atan, iki gözlü ve 1400 cm³’lük beyni olan bir iki ayaklının bugün hâlâ uygun bir biyolojik form olup olmadığını sormanın zamanıdır. İnsan türü artık takip edemediği teknolojik ve bilişimsel bir çevre yarattı. Bir yanda teknolojinin hızı, kesinliği ve gücü altında eziliyor, diğer yanda birikmiş enformasyonun niceliği ve karmaşıklığı içinde boğuluyor.’” (s. 225)
Cevap yaz