Daphne du Maurier – Kuşlar

David Thomson önsözde du Maurier’in Hitchcock’la münasebetinden bahsediyor daha çok, yazarın babası tiyatro ve sinema neferi olarak pek çok yapımda yer aldığı için -Hitchcock’la acayip eşek şakaları yaparlarmış birbirlerine- kızı sinema dünyasından uzak değilmiş, metinleri kaç filme uyarlanmış bilmiyorum ama du Maurier aranan isimlerden biri. Rebecca‘nın uyarlanma hikâyesi var, görüyoruz ki para ve Hitchcock konuşuyor. Metinlere bakınca, eh, du Maurier’in zamane estetiğinden uzaklaşıp tasvir, diyalog, yaşantı parçalarını bollaştırmadığı tek öykü “Kuşlar” sanıyorum, kitaptaki en korkunç öykü. Hikâye malum, du Maurier’in ne yaptığına bakalım, öncelikle havanın birdenbire dönüp kışın gelivermesi olağanın dışını dan diye vuruyor başta, sürülü tarlalar bol bol ekin föşkürtmüşken, yapraklar henüz dökülmemişken kış. Nat Hocken’ın münzeviliği benimseyip ailesine de benimsetmesi, kırsalın dehşetlere açık olması iyi, sonuçta apokaliptik nanelere müdahale hemen edilemez, insanlar başlarının çaresine bakmak zorunda kalırlar. Hocken zeki bir adam olduğu için işaretleri okumayı biliyor, neyden korkması gerektiğini çok daha iyi biliyor, savaştan yaralı olarak kurtulmuş yani. Kuşların vaziyeti normal, kış gelmeden göçerler ama göçmeyenler kalır orada, baharı beklerler. “Çok kalabalık sürüler hâlinde yarımadaya gelirler, bitkin düşene dek, kıpır kıpır ve huzursuz dolaşırlar, kâh havada daireler çizip dönelir kâh taze sürülmüş toprağa konup yemlenirlerdi, ama yemeleri dahi açlıktan ve arzudan değildi sanki. Huzursuzlukları onları tekrar göğe yöneltirdi.” (s. 15) Tamam, yerel bir fenomen gibi görünecek ama radyodan dinledikleri haberlere göre ülkenin tamamına yayılacak mevzu, huzursuzluk geniş kapsamlı. Radyoda o zamanlar “son dakika” mantığı yok mu merak ettim, ülke genelinde sıkıyönetim ilan edildiği falan akşam haber saatinde duyuruluyor, oysa saldırılar bir gün öncesinde başlamıştı, ilginç. Hocken med zamanı saldırıların başladığını fark ediyor, sular çekilirken hiçbir sorun yok. Çalıştığı çiftliğin sahiplerindeki rahatlığı hiç eşelemiyor, kendi ailesini kurtarmaya çalışıyor ki çekirdeği dışarıdan çatlatacak herhangi bir olumsuzluk doğmasın. Çiftliğin sahibinin verdiği silahı almaması, manası çok derin, o durumda tırnak makası bile iş görür çünkü psikolojiyi sağlam tutmak için dahi elde bir şey olmalı, bunun yanında adamın askerlik geçmişinden hiç bahsedilmese de silahlardan uzak durması anlaşılır. Binlerce kuşa karşı silahın hiçbir işe yaramayacağını söylemesi anlaşılır ama yetmez, daha önemli bir gerekçe var arkada. Tansiyonun yavaş yavaş yükselmesi usta eseri, önce kuşların garip hareketleri, sonra küçücük bir saldırı, ardından sürülerin kamikazeye dönmesi. Hocken çiftliğe gidince ölülerle karşılaşıyor, günü çıkarmak için gereken yiyecekleri alıp aracına koşturuyor, ailesine ölülere dair hiçbir şey söylemiyor ki ne kadar süreceği bilinmeyen dehşeti sağlam ruh haliyle zayıflatsın. Radyodan hiçbir sesin gelmediği gün gerilimin zirvesi resmen, üst katlardan gelen kuş seslerine rağmen aşağıda tedirginlikle beklemelerini sağlayan yine Hocken’ın öngörüsü, adam pencereleri tahtalarla kapamasa hacamat olacaklardı. Devletin hantallığına, kayırıcılığına dair bir iki kılçığı alayım, Hocken olayın başlarında anlayamadığı bir şeylerin döndüğünü seziyor, polisi aramayı düşünüyor ama onların da yardımcı olmayacaklarını düşünüyor. “Savaştaki hava bombardımanıyla aynı durum, diye düşündü Nat. Ülkenin bu ucunda yaşayan hiç kimse, Plymouth halkının neler görüp ne acılar çektiğini bilmiyordu. Ateş düştüğü yeri yakıyordu.” (s. 24) Radyonun sustuğu sıralarda devlete sövüp sayar, kırsalda yaşayanların hiç önemsenmediğini, şehirlilerin öncelikli olduğunu söyler, şehirde vatandaşları kurtarmak için gaz ve her türlü uçak kullanılıyordur muhtemelen, geri kalanlarsa kuzu kuzu beklemek zorundadırlar.

“Monte Verità” her şey bittikten, köylüler mekanı yakıp yıktıktan, Victor’un cesedi dağın eteklerine gömüldükten sonra başlar. Anlatıcı yetmiş yaşındadır artık, İkinci Dünya Savaşı’nı da atlatmış, anılarından başka hiçbir şey kalmamıştır geriye. Yaşlılığın bilgeliğinden numuneler sunar anlatıcı, yaşadıklarından sonra inancının geçirdiği değişimden, hayat hakkındaki görüşlerinden bahseder, bilinmeyene bodoslama daldıktan sonraki muhasebe diyelim. En başa dönüyor tabii, hikâyenin tipik formu: Victor’la gençlik arkadaşıdır, birlikte dağlara tırmanmaya bayılırlar, yükseklerin ilahî hazzı onları halatlarla çekmektedir adeta. Büyürler, Victor bir gün Anna’yla tanıştırır arkadaşını, âşık olduğu kadınla. Anlatıcı sarsılır, kadının güzelliğinden pek etkilenir, arkadaşı adına da sevinir şimdi, o kadar kaptırmaz kendini. Anna da sever dağlara tırmanmayı, şehre dağlık bir yerden gelmiştir zaten, birlikte tırmandıkları da olur ama anlatıcının adlandıramadığı bir hal, dağlara karşı bir ilgi vardır Anna’da. Tuhaf. Amerika’daki işleri yüzünden sıklıkla oraya gidip gelmektedir anlatıcı, Birinci Dünya Savaşı sırasında mektuplar kesilir, nihayet ülkesine döndüğünde arkadaşı Victor’un hastaneye yatırıldığını öğrenip şaşırır. Nedir, Anna ve Victor malum dağa tırmandıkları zaman Anna kuvvetli çağrıya tepkisiz kalamaz ve ortadan kaybolur. Köylülerin zirveden ödleri kopar, kaç kadın ortadan kaybolmuştur öyle, manastır on üç yaşından büyükleri çeker ve dünyadan koparır. Victor eşini orada kaybetmiş, kaç zaman manastırın önünde beklemiştir de bir kez olsun görememiştir. Dağdaki yalnızlık, köylülerin korkusu, manastıra yolculuk, du Maurier çok iyi anlatmış bunları. Öykünün genişlediği yer korkuya doğru, bilinmeyeni küçük küçük açıyor, çaresizlikle boğuşan karakterin yiyip içtiklerine odaklanmaca yok diğer öykülerdeki gibi. Görüştüler, bağ yine koptu, yirmi yıl su gibi akıp geçti, anlatıcı tekrar döndü memleketine, dağ havasını solumayı tekrar istedi ve yola çıktı, tırmandı, didindi, haydaa, Monte Verità’nın dibine kadar geldi fark etmeden. Yıllar önceki kayboluşu soruştururken Victor’a rastladı üstelik, adam yılda bir yazdığı mektubu manastırın önüne bırakıyormuş, taş üzerine yazılan kısacık sözcükler cevap niyetine beliriyormuş sonra, öyle bir fantastiklik. Bu kez köylüler çok kızgın, kısa süre önce kızlardan biri kaybolunca çekmişler sopaları, mekanı basacaklar da anlatıcı önce davranıp manastıra gidiyor, rahibeleri uyarmak isterken saldırıya uğruyor, arbede, sonra Anna’nın karşısında buluyor kendini. Kadına duyduğu aşkı dile getirmesi, Anna’nın kibarca reddetmesi, eh, çok lüzum yok gibi geliyor da olsun. Anna cüzzama yakalanmış ama iyi, merak etmemesini söylüyor anlatıcıya, rahibeler ortadan kaybolmayı bilirler. Ne işler döndüğünü söylemeyeceğim de Kelt inançlarının da gerisine giden kadim bir kültün yaşamayı sürdürdüğünü belirteyim. Bu öyküyü okudum, aklıma Robert E. Howard’ın “Kara Taş”ı geldi. Cthulhu’nun müritleri çıksaydı o manastırdan mesela, yadırgatmazdı. Yaratılan atmosfer çok başarılı, du Maurier’nin esinlendiği yazarları merak ettim de üşendim bakmaya şimdi.

Uzun öyküler, Amerikan usulü öykülerle kıyaslayınca çok uzun ama bu tür de iyidir, dozu yavaştan artırır da vurur. Thomas Ligotti’nin bir kitabı çevrildi Türkçeye, keşke daha fazlası çevrilseydi de korkunun bu hali de bilinseydi. Neyse, “Elma Ağacı” yine uzun gerilim. Sıkıntıdan cankurtaran çağırtacak bir evlilikten sahnelerle örülü. Midge’in ölümünden sonra koca çiftliğinde bir başına yaşayan adamın elma ağacıyla boğuşması diyelim, evlilikten arta kalanların üstesinden gelememesi de diyelim. Kadın ölür, ağaç büyür, doğanın orta yerine düşen garip bir varlık. Meyveleri çürüktür, çiçekleri dehşete düşürür, adam fıttırmaya başlar. Kendi başını yiyecektir tabii, karlı bir gecede evine dönerken tökezleyecek, kara gömülecektir, kısa süre önce kestirdiği ağacın gövdesi ve dalları onu beklemektedir. Falan, finaller tatmin edici değilse de sürecin başarısı, gerilimin küçük detaylarla artması süper. Okunur yani, ortalamanın bir tık üstü öyküler.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!