Galfard düşünce deneylerine sık sık başvurarak kozmik meseleleri anlaşılabilir hale getiriyor, indirgemecilikten ötürü başlarda kaybolan bir şey yoksa da ölçek büyüdükçe var, mesela sicimlerin titreşiminin paralel evrenlerdeki karşılığını leğenle, takunyayla nasıl gösterebiliriz? Abartıyorum da Dünya’dan çıkıp uzayın derinliklerine doğru ilerlerken, mesela Samanyolu’ndaki yıldızları anlatırken bu leğene başvurabiliriz, Galfard sanırım Trafalgar’a döküyor da ben Sultanahmet’e dökeyim kumları, iki leğen kum getirdik, bir kovaya döktük ve kovayı ters çevirdik, sonra bir kez daha doldurup ters çevirdik, işte Samanyolu’ndaki yıldızların sayısı kadar kum. Makro evreni incelerken keyifli, mikroya ilerlerken birazcık teknik bilgi gerekiyor ki Galfard araya sıkıştırıyor lüzumlu olanları, tabii popüler bir bilim kitabına ne kadar sıkıştırabilirse. Yirmi dile çevrilmiş bir kitap bu, astrofiziğe dair iyi bir başlangıç kaynağı. Galfard zamanında Hawking’in öğrencisi olmuş, birlikte güzel işlere imza atmışlar, sonra bilimin popülerleşmesi için televizyon programları kurgulamış Galfard, çocuk kitabı yazmış, hoş. Basitten karmaşığa gitmesi de hoş, bahsi Dünya’dan açıyor ve hızla büyüyen yıldızın bom diye patlattığı güzelim gezegenimizin akıbetine değiniyor. Yıldız da patlıyor ardından, başka bir yıldıza dönüşecek malzemelerini uzaya saçıyor. Biz de saçıyoruz, verdiğimiz nefes suya dönüşebilir, aldığımız nefes karadeliğe düşebilir bir zaman, işte mesela bir hikâye vardı, dağın tepesinde büyüyen birkaç bitkinin oraya nasıl geldiği belirsizmiş, sonradan anlaşılmış ki o bitkinin tohumlarını yiyen bir adam çıkmış dağa, ölmüş, toprağa karışmış da bitkiler öyle kök salmış. Mide öz suyundan nasıl kurtulduğunu bilemiyorum, sonuçta her şey her şeydir. Evet. Sonraki bölüm Ay’ı anlatıyor, bu güzel uydumuz olmasaydı Dünya üzerinde canlı yaşamının var olmayacağını öğrenmek şaşırttı. Gezegenimize Mars büyüklüğünde bir cisim çarpmış, Dünya’dan kopan parçalar tepemizde bir yerde birleşerek Ay’ı oluşturmuş. Kalkan aynı zamanda bu, göğsünü siper ederek Dünya’ya düşmesi muhtemel taşı kayayı bertaraf ediyor. Büyük kraterler atlattığımız tehlikeleri de gösteriyor bir yandan, bence Ay’a teşekkür etmeliyiz. Güneş, malum, 5 milyar yıl sonra patlayacak ve gezegenimizi helâk edecek ama müsterih olalım, öncesinde Andromeda’yla Samanyolu iç içe geçeceği için sıcaktan değil de soğuktan ölebiliriz, mesela Dünya’ya bir şey çarpmaz da gezegenler, yıldızlar çekim güçleriyle sistemimizi hacamat ederler, Dünya fiyuv diye fırlar yörüngesinden. Güneş’ten ayrı bir Dünya’nın geleceği şu, er geç gitmek gerekecek de yakınlarda Goldilocks Bölgesi’nde yer alan gezegen de yok, en yakını çok ışık yılı uzakta, ışığı bize yeni geliyorsa yerinde yeller esiyor da olabilir. Uzay gerçekten çok büyük bir yer ya, aklın almayacağı kadar uzak bazı şeyler. Galfard önümüzdeki yirmi yıl içinde dünya dışı yaşamın doğrudan veya dolaylı izlerine rastlayacağımıza dair bahse girmeye hazır olduğunu söylüyor, tardigraddan falan bahsetmiyorsa çok iyimser bir tahmin.
Galaksinin orta yerindeki koca karadelikten, diğer galaksilerden, gökadalardan bahsediyor Galfard, evrenin sonundaki duvara kadar geliyor. Opak bir duvar, elimizle yoklasak müthiş bir enerjiye dokunmuş olacağız, orada bir şeyler ortaya çıkmaya devam ediyor. Evren genişliyor, üstelik genişleme hızı giderek artıyor, neyin üzerinde genişlediğini düşünürsek kuantum alanlarına girmemiz gerekecek, sonlara doğru açıklıyor Galfard. Newton, Einstein ve kuantum kuramcılarına ayırdığı bölümler metninin teori ihtiyacını karşılıyor. Einstein’ın meşhur formülünün ortaya çıkardığı anlamlar, uzay-zaman bükülümünün gösterdiği ufuklar güzel, hızla geçip daha ilginç bölümlere geleyim. Çok hızlı gidebilirsek zaman bizim için yavaş nesnelere göre daha yavaş geçecek ama bizim konumumuzda aynı işleyecek, çok büyük bir cismin yanındayken zaman yanımızda olmayanlara acımayacak, bunu Interstellar‘da gördük de çok hızlı gitmenin bir örneğini görmedik, o hızlara çok uzun bir süre çıkamayacağız gibi görünüyor. Maddenin en küçük parçaları ışık hızını bile aşabiliyor diğer yandan, Galfard atomlardan kuarklara bütün parçaları inceler, gözlemlenmesi imkansız yapıtaşlarını ve durumları anlatır. Küçüğün milyar kere milyar kere milyar falan küçüğü sicimleri görebilirsek kuarkları, belki kuarkları oluşturan parçaları da teller üzerinde dink dink titreştiğini görebiliriz bir gün, Calabi-Yau manifoldunda görmek nasip olsun. Söylemeden edemem, bir öykümde nesneleri giderek küçültüyordum, mesela tişört, tişörtten fırlamış bir iplik, ipliği oluşturan maddeler, her şey giderek küçülürken bir anda Calabi-Yau manifoldundan bir odaya düşüyordu karakter veya anlatı, aynı şeyi Galfard da yapmış, çok hoşuma gitti. Sicimleri anlattığı bölümde titreşimleri gözlemliyor, sicimler paralel evrenleri birbirine bağlayarak aynı titreşimlerin varlığına değiniyor, sonra adım adım geri çekilip manzarayı büyültüyor falan, iyi. En iyisi bence karadelikleri anlattığı bölüm, kendisi de karadelikler üzerinde uzmanlaştığı için mevzuyu çok iyi bilmesinin yanında müthiş görselleştiriyor, korkutan bir metni okurken korktuğumdan daha çok korktum. İki filmde gördüğümü hatırlıyorum, birinde kadın astronotun bedeni fışk diye yapışıyor cama, diğerinde hiçbir şey olmuyor, karakter karadeliğin içine lüp diye giriyor. Olmaz, ışımadan ötürü yanar veya spagettiye döner, bir şey olması lazım yani. Galfard’ın çizdiği tablo gerçeğe en yakını olsa gerek. Yanımızda bir robot var diyelim, birlikte deliğe yaklaşıyoruz. Dairesel, yassı görünümlü kara bir boşluk. Etrafı bombeli gibi, ışık kırılınca öyle oluyor. Döne döne yaklaşıyoruz, yanımızdan dağ büyüklüğünde bir asteroit geçiyor, “içeri” düşmek üzereyken yavaşlıyor ve donuyor. Elmas dağı var bir de, o da donuyor. Ufkun ötesine geçtiler artık, hiçbir şey onları kurtaramaz. Bizi de kurtaramaz, giderek hızlanıyoruz, yıldızların ışıkları çizgilere dönüşüyor, bu sırada iki dağ yavaş yavaş hareket etmeye başlıyor çünkü onlarla aynı biçimde etkileniyoruz, zaman aynı hızla akmaya başlıyor. Arkaya dönüp baktığımızda, eh, aslında seçemeyiz, gri bir manzaraya bakıyor oluruz muhtemelen ama en küçük hareketi bile algılayabildiğimizi düşünelim, yıldızlar çok hızlı hareket ediyor çünkü orada zaman çok hızlı ilerliyor, bir saniyemiz kaç yıla denk geliyor bilmiyoruz. “Aslında gerçekten orada olsanız ölmüş olurdunuz çünkü ışık bile ayağınızdan gözünüze giden kısa yolculuğu yapamıyorsa kanınızın, aşağı doğru düştüğünüz uzay-zaman eğiminden yukarı tırmanıp beyninize ulaşması imkânsızdır.” (s. 307) Kafamızı yukarı kaldıramıyoruz, kütle çekimi korkunç. Parçalarımıza ayrılmaya başlıyoruz, sonra kuantum sıçramasıyla püskürülüyoruz ve karadeliğin dışında tekrar oluşuyoruz, bizi yarı yolda bırakan robotumuz 10 milyar yıldır beklediğini, onu tanımamıza sevindiğini söylüyor. Şimdi burada anlatılacak yüz tane şey var Galfard detaylarıyla anlatıyor da bilginin korunumu ince mevzu, değinmeli. Parçacıklar karadelikten kaçabiliyorlar, Hawking yıllar boyunca bilginin kaybolduğunu iddia etmişse de yanıldığını itiraf etmek zorunda kalıyor, karadeliğe giren hiçbir şey tam anlamıyla kaybolmuyor. Biçim değiştiriyor, hacme dönüşüyor mesela, ne bileyim, bir şey varsa var olmaya devam ediyor, başka biçimde de olsa.
Çok sayıda Büyük Patlama var da biz bir tanesinin eseriyiz, iç içe geçmiş balon evrenlerden birindeyiz, varız, düşünüyoruz, bildikçe bilmediklerimiz ortaya çıkıyor, daha çok biliyoruz ve Her Şeyin Teorisi’ni bulmaya çalışıyoruz ama makroyla mikro formüller birbirini tutmuyor, başka konseptler geliştiriyoruz, sınıyoruz, olmayanın yerine başkayı koymaya çalışıyoruz, bazen sınayamıyoruz çünkü teknolojimiz çok yetersiz, büyük çarpıştırıcılar inşa ederek küçük yapıları görmeye çalışıyoruz, daha da küçülüyoruz ve küçülmeye devam ediyoruz çünkü anladığımız kadarıyla sırrını kolay kolay anlatmayacak varlık. Galfard anlayabildiğimiz kadarını anlatıyor, meraklıları baksın.
Cevap yaz