Çetin Altan’ın 1960’larda yayımlanan binlerce yazısından seçmece. Siyasi yazıların ömrü amaçlarınca kısadır ama yaman yazılardır, mücadele zaferle sonuçlanmışsa ölüm hemen gelir de Altan bazılarını mezarlarından kaldırıp da koymuş kitaba, 27 Mayıs’tan öncesi ironiyle doluyken 1968’i anlatanlar şıkır şıkır. Ortaya karışık, kronolojik dizilmemiş, arada fıkralar da çıkıyor. Altan’ın fıkraları can sıkıcı tabii, kıvraklık az. Mesela biri gelmiş de hayvan istemiş, öküz vermişler, en sonunda sarı öküzü vermemeleri gerektiğini söylemiş biri. O öküz her şeyin başlangıcıdır malum, eli veren kolu kaptırır, ayağı veren bacağı sebil eder, kafayı veren beyni de verir, bu minvalde bir şeyden her şeye giden yol nedir, vermektir, Altan zurnanın zort dediği yerde bırakır anlatmayı ki mesaj dank diye insin kafaya. Neyse, araya sıkıştırdığı hoş düşüncelerden, siyasi yazılarının da üçünden beşinden bahsedeyim, parmak çocuklarla karşılaştığımız ilk yazı hoş. Sokrates, Bergson, Edison, bunlar zamanın ölçeğinde küçücük noktalar olarak yaşadılar, insanlığı noktalıklarıyla ters orantılı bir biçimde etkilediler ve öldüler. “İlerleme” neyse ona hizmet ettiler, isimleri kaldıysa da kendileri silinip gitti. Altan diyor ki hepimiz parmak çocuk olabiliriz, acayip icatlarla dünyayı değiştirebiliriz ama nihayetinde yallah, yok olup gideceğiz. Güneş yok olacak, Dünya’yı peşinden götürecek falan, geçmiş olsun. Sonsuza bakmış Altan, cürmünü anlamış, mevzu karanlık. Zamanlı bir başka yazı, “Çınar Ağacının Vasiyeti”, Emirgân’da dikilen bir ağacın yağmur altında dikizi. Sultan Aziz zamanında geçirilen ilk gençlik, balıkçıların geçinemediklerine dair feryatları o sıra, Tevfik Fikret kıps, V. Murat zamanında yine balıkçıların feryatları, aslında hangi zaman yaşanırsa yaşansın balıkçıların feryatları. Ali Suavi’yi sevmiş çınar, bir tokatta ölen sevgilisinin ardından üzülmüş, cuma selamlığı sırasında patlayan bombanın tesirinden veya tesirsizliğinden ötürü hissettiği malum çünkü kıpslandı bir nokta. İttihatçılar iyi geçindiler ama balıkçıların geçinememesini anlamadılar, haberleri bile olmadı belki, çınar biliyor. Babıâli’den gelen tabanca seslerini duydu, savaşların tozunu dumanını soludu, sonra emekli İhsan’la memur Nuri’nin geçinemediğini duyunca şaşırdı çünkü balıkçılar geçinemiyordu bir zamanlar, bunlara ne oluyordu? “‘Öldükten sonra kütüğümü büyük görerek sakın devlet işlerine karıştırmayınız.’” (s. 12) Devletten uzak durmak en akıllıca iştir çınara göre, devletleşmek çürümektir, öldükten sonra bile uzak durmak isteyen ağacımız vasiyetini çoktan yazmıştır. Önünden hamal geçer, yazıdan yazıya çizgisel: otuz yaşında var yok, yüz kilodan fazlasını taşıyor, yüzü ter içinde. Onunla aynı anda doğanlar dünyanın çeşitli yerlerinde çeşitli işler yapıyorlar, belki yüz yirmi kilo kaldırıyorlar, para kaldırıyorlar, uçak kaldırıyorlar, ne bilinecek. Sırtında semer, iki büklüm bu hamal, armoni bilmiyor, katot bilmiyor, ilk insandan beri 200 milyon yıl ne kazandırmış bu adama? Milletin efendisiydi, şehre gelince de pek bir şeyin efendisi olmadığını gördü. Benzerlerine geliyor Altan, neler yaptılar, muhtelif. “On iki yıl önce bizden kaç şehit olmuştu Kore’de. Bin, iki bin, üç bin, dört bin; evet evet beş bine yakın insan. Ondan sonra Kore öyle bir özgürleşti ki, başındaki herife ana avrat dümdüz giderek kalktı bir de ihtilâl yaptı.” (s. 14) Beş bin insanın ölmesi dünyada isim yapmamızın bedeliydi, siyasilerin bir kısmı bu ünü pek beğenmişti, yabancı dostlarımız öldükçe büyüdüğümüzü söylemişti, her zaman böyle ölmeliydik. Sırtta semerle ölmeye giden adam, ben değilim, siz değilsiniz. Altan’a göre bu işte bir tutamaksızlık var, hani belli belirsiz hissederiz de anlayamayız kazık yediğimizi, öyle. Altan bir zaman Hollanda’ya gidip de Portekizli bir oyun yazarıyla içtiği sırada bahsi geçmiş, nüfusa göre en fazla askeri Türkiye göndermiş de nedenini öğrenmek istemiş Portekizli, Altan da dünya barışını çok sevdiğimizi söylemiş. Portekizli kendilerinin hiç sevmediklerini, sevseler Salazar’ı başa getirmeyeceklerini söyleyip Altan’ı tebrik etmiş. Refik Halid’in Salazar’ı övdüğü yazıları hatırlıyorum, Lizbon’u ne güzel yapmış öyle Salazar, binalar falan süpermiş. Bizde de süper binalar yapıldı ama onları pek öyle övmüyor yazarımız, yaptıranları yerin dibine sokuyor hatta, tutarlılık evlere şenlik.
Oydu buydu, Altan’ın öykücülüğüne değinsem olur mu bilmem, “Ne Tuhaf Şey…” nice öyküye taş çıkarır mutlak. Kapı çalınıyor, anlatıcının karşısında yüzsüz, elsiz, ayaksız, gövdesiz bir adam. Yine de bir adam. Neyi niçin yazacağını soruyor anlatıcıya, olmayan ama olan bir adam bir şey soruyor ve sormuyor. Anlatıcı radyoyu açıyor, aynı soru. Bütün istasyonları deniyor, aynı soru. Bir plak koyuyor pikaba, aynı soru. Dışarıda çocuk bağırıyor, musluktan ses geliyor, çivi çakılıyor uzakta, Chagall ve Kafka, artık resimleri mi, heykelleri mi, duruyorlar öyle. Ney, niçin, dönemin meşhur boykotu meclise gelecekmiş de konuşulacakmış, Altan onu yazacakmış ama neden, İlhan Selçuk’un dediğine göre sorumlulukları varmış da kim biliyormuş sorumluluğun ne olduğunu? Kapı gıcırtısı, kuş cıvıltısı, su şırıltısı, hani bütün doğa soruyor yazınca ne olduğunu, aynadaki gözlerden biri dahi soruyor ama diğeri parlıyor, o yazılanlar bir gün karşılığını bulur. Masaya oturup bir şeyler karalamak ne anlama geliyorsa o anlama gelir, bir gün bir şeyler olur diye her şey. Ben okudum, bu bir şeyse makul. Başkası okuyup bana ulaşacak, bir şey diyecek, bu makul mü? Deniz Spatar’a mesaj attım Trendeki Yabancı‘ya öykü ararken, kitabını pek beğendiğim için, yani, hani, öykü yollamak isterse hemen değerlendirirdik. Yirmi küsur yıl sonra biri ilk kez öyküden bahsediyor belki ona, yirmi yıldan sonra iyi bir öykü yazarına öyküden bahsedince ne olursa o oldu, çok uzun süredir öykü yazmadığını söyleyip dan diye noktaladı konuşmayı. Verilebilecek en iyi cevap. Yaptığımız şeyin ömrünü biçmemek. Lazım da günün değerlendirilmesinden başka bir şey beklenmeli mi bilmem. Altan bekliyor ve beklemiyor, iki ucu birbirine bağlamak belki en iyisidir. “Hayat Maçı” yine sıkı öyküdür, Baba’nın eve gidene kadar gol yememesiyle ilgili. Ayın son günü, Ev Sahibi santrayı geçiyor, Terzi spektaküler bir hareketle Baba’nın önüne çıkıyor ama çalımlar şık, Baba vallahiler billahiler çekiyor, canını almalarını söylüyor da can paraya çevrilmez. Manav’ın etrafından dolaşmak faul olmasa da Altan’a göre şık bir hareket değil, göğüs göğse mücadele etmek lazım, maçın şanından. “Baba bir oraya koşuyor, bir buraya koşuyordu. Evdeki halıyla defansı kuvvetlendirmek istedi. Annenin bileziklerini haf hattına soktu. Hiçbiri hücumu durdurmaya yetmedi. Nihayet sert bir icra ile kalenin ağları delindi.” (s. 21) Zengin değilse de namuslu adam, herhangi bir yamuğu görülmemiştir, çocuklarını sever, eşini el üstünde tutar ama aşağılarda bir yerde. “Burun”la bitireceğim, Kurbağalıdere geçiyor içinden. Burun deliği, coğrafi bir terim olarak burun, büyük burunlu insanlar ve küçük burunlular, türlü burun cirit atıyor ortalıkta. Yoğurtçu Deresi aslında Kurbağalıdere değil mi, Altan’ın zamanında adı öyle miydi bilmem, şimdilerde pek kokmuyor. Bostancı’dan geçen Çamaşırcı Deresi pek güzel kokuyor ama, buralar kokuşmuşlukta birinciliği koruyor. Kelle görmüştüm bir kez, bayramdı da Karakaş’tan atari kaseti almıştık, dönüşte Emre’yle gördük ve boncuk atan tabancalarımızı çekip kelleyi vurmaya çalışmıştık. Tak! Nereden gelmişti oraya acaba, Fındıklı? İçerenköy? O zamanlar da zavallıydık, hiçbir şey anlamıyorduk yaşadığımızdan, vurulacak hedefleri belirlemeye çalışıyorduk sadece. Birbirimizin bacağına sıkıyorduk.
Altan’ın yazıları iyidir, tempo ayarını öğretir.
Cevap yaz