Anna Seghers – Ölü Kızların Gezisi

“Ölü Kızların Gezisi” anlatıcının Avrupa’dan geldiğini söylemesiyle başlar. Köyün çıkışındaki kulübenin sahibi Ay’dan geldiğini söyleyen birine gülümser gibi gülümser, Ay’dan gelmiş birine gülümsemenin anlamı muhtelif olduğu için anlatıcı tek bir anlamı açarak hikâyesini kurar, diğer anlamlara bulaşmaz. Avrupa’dan Meksika’ya düşmüş olması ona da fantastik görünür bir an, köyü anlatarak öte dünyayla kendininki arasındaki kontrastı ortaya çıkarır. Savaşın onca tehlikesinden kurtulmanın bedeli sıcak ve yorgunluktur, kaktüsler manzaranın bir köşesindedir, tozla örtülmüş bir köpek başka türlü var oluşları bekler ki silkinebilsin. Aradığı bir şey vardır kadının, bu yüzden güneşin alnında bir tanecik saç telidir, yalnızdır, benliğinin ayaklarının ucundan akıp gittiğini duyumsarken birinin haykırışıyla bütün yaşamını sıkı sıkı tutmaya başlar. Anna Seghers takma isim, yazarın esas adı “Netty”, öyküde de biri aynı ismi ünleyince bambaşka bir yere ve zamana, geçmişe döneriz çünkü anlatıcı yıllardır ismini duymamıştır, sesi de okul arkadaşlarından birininkine benzetince geçmişten başka gidecek yeri yoktur artık. Sonrası üç farklı zaman diliminde akar, çocukken çıktıkları bir okul gezisindeki arkadaşları ve öğretmenleri eskinin mutlu günlerini hatırlatırlar, bazı öğretmenleri korkunçtur ama çocukluğun büyülü dünyasında olağanın biraz dışına taşarlar, zihin ilginçlikleri bütün detaylarıyla kaydettiği için yıllar öncesine dönmek kolaydır. İkinci çizgi savaşın öncesi ve sonrası arasında uzanır, büyümüş çocukların birbirlerine karşı tutumlarını görürüz, anlatıcının memleketten kaçarak yaşamını kurtardığı kesinleşir. Üçüncüsüyse hatırlama zamanıdır, Meksika’nın sıcak ikliminde geçirilen gündür, hiçliğin ortasıdır ama bir hiçlik başka bir hiçlikten daha hiçtir belli durumlarda, anlatıcı dünyadan silinmediği için memnun ve hatırladıklarından ötürü üzüntülüdür. Bu üç zaman çizgisi iç içe geçer, sezdirilen bazı olayların sonuçlarını ve sebeplerini anlarız, kol kola dolaşan kızların yıllar sonra birbirlerini nasıl mahvettikleri öykünün can alıcı kısmıdır. Canlar alınmıştır gerçekten, SS evlere baskın yapmış ve bazı insanlar ortadan kaybolmuştur, bazılarının zihni kırıldığı için taraf değiştirilmiştir, bunun yanında müttefiklerin bombaladığı şehirde anlatıcının arkadaşları ölmüştür, Hitler yandaşları başka ülkenin ölüm kusan uçaklarına Alman uçaklarına baktıkları gibi bakmamışlardır tabii. Büyük şok, kazanıldığı düşünülen savaşın bitmesini bekleyenlere ABD şoku. Leni ve Marianne’den bahsetmek yeterli sanıyorum, gezerlerken kol kola giren Netty, Leni ve Marianne mutlulukla gülümserken yıllar sonra Leni’nin gülümsemesi solar, eşi Nazilerce götürülmüş ve hiç edilmiştir, Leni eski arkadaşından yardım ister ama Marianne arkadaşının her şeyi hak ettiğini düşünür. Şehir bombalandığında kömürleşecek ve istemeden Leni’nin çocuğunu kurtaracaktır, Nasyonal Sosyalist Yetiştirme Yurdu’na gönderilen çocuğun akıbeti muamma ama yaşamını kaybetmedi en azından. Leni’nin eşi bütün ricalara rağmen SS’e girmeyi reddettiği için bir gün yakalanır ve çocuğunu son bir kez göremez bile, çocuk öykünün geri kalanında da kayıptır. Binlerce insan yavaş yavaş otoriteye boyun eğmiş, dostlarını ihbar eder hale gelmiştir, toplum bütünlüğünü kaybeder, cadı avı başlar, üstelik taraf olanlar ve olmayanlar benzer sonları paylaşmıştır, acayip ironik. Leni bir toplama kampında açlıktan ölürken Marianne bolluk içindeki yaşamının elinden çekilip alındığını hissetmez, bir bomba her şeyi ortadan kaldırırken şehrin tarihinin önemli bir kısmını da peşinde götürür. Yaşananları bir Netty hatırlamaktadır artık, onun hikâyesi diğer hikâyelerin kaybolmasını engeller. Geziden döndüklerinde arkadaşlarıyla birlikte yürümeye başlar, yolda birer birer ayrılan arkadaşların yaşamlarını o an orada bulunmaları dışında derinleşmez. Eve gelen Netty geziye dair ödevini yapmaya başlayacaktır, mutlulukla geçen bir günün ardından izlenimlerini yazmaya başlayacaktır ama öykü tam bu noktada biter, üç zamanın izlenimi ve acıları Netty’nin heyecanla yazmaya başlayacağı ödevi doldurmuştur yıllar sonra.

1934’te faşist Dollfuss rejimine karşı girişilen ayaklanmanın beş gün içinde bastırılmasıyla asılara idam edilen Wallisch’in ve dönemin Avusturya’sının anlatıldığı “Koloman Wallisch’in Son Yolu” nam öykü komünist bir savaşçının yaşamına, faşizmle mücadeleye ve insanların bir halk kahramanını nasıl andığına odaklanır. Seghers yükselen faşizm dalgasının emaresi olan bu bastırma hareketinin etkisinde kalarak Fransa’dan Avusturya’ya giden Seghers bu seyahatten bir öykü -bu- ve bir roman -bu değil- çıkarmış. Wallisch’in asılmasından on hafta sonra olay yerine intikal eder anlatıcı, şehirde dolanırken insanları dinler ve savaşçının ne kadar cesur ve hatalı olduğunu anlar. Faşistlerden kaçtıkları bir gün Wallisch eşinin sözünü dinleyerek arabaya biner ve bu yüzden ele geçirilir, anlatıcıya göre eşin isteği büyük bir devrimciyi hayattan koparmıştır. Mücadelenin başlarında Wallisch oldukça başarılı olur ve baskıcı yönetimi şöyle bir sarsar, bir savcının iddiasına göre Macaristan’dan gelip Avusturya topraklarında bir Sovyet diktatörlüğü kurmak için elinden geleni yapar, avukatlığı bırakıp silahlı mücadele başlatır. Yoldaşlarının onu yalnız bıraktığını söylememeli ama bazılarının on haftadan sonra gizlenmeye devam ettiği düşünülmeli, asıldığı sıra, “Özgürlük!” diye bağıran liderlerinin cesareti onlarda yok muydu? Jandarma yüzbaşı olayı adeta mutlulukla anlatır, Wallisch’in darağacına çekildiğini gözleriyle görmüş, adamın cesaretini takdir etmiştir. Devrimciyi yerliler kollar, bacadan duman çıkmadığını gören Alman askerlerine evde hiç kimsenin yaşamadığını söylerler. Bir süre sonra dünyadan tamamen silinecektir Wallisch, gömüldüğü yere adını yazan bir levha dikilmesine izin vermezler, toprağın üzerinde gezinerek orada bir mezarın olduğuna dair izleri bütünüyle silerler. Halkı sakinleştirmek için yok etme stratejisini uygularlar, anlatıcı mezarı bulduğu zaman seyahatinin ereğine de ulaşmış olur. Anlatıcının karşılaştığı adamlardan biri Wallisch’in bazı konularda elbette hatalı olduğunu, bu hataların onu insan ve kendilerinden biri kıldığını söyler. Wallisch yanlışları olan biridir, insandır ve zihinlerde yaşamaya devam etmektedir.

Son iki öykü Meksika’daki yaşamla ilgili birbiriyle bağlantılı öyküler, “Crisanta” genç bir kadının yoklukla imtihanı ve var olma mücadelesi. Anlatıcı önce Meksika’da anlatılabilecek insanlardan birkaçını sayar, ayaklanmalarda kahramanlıklar gösteren bir adamdan önce köyün ünlü müzisyenini anar. Köydeki önemli şahıslar önemli değildir, Crisanta’nın hikâyesi anlatmaya değerdir. Crisanta yoksul bir ailede doğar, yemek yapmaya dair yeteneğini köyün dışında kazanca çevirmek ister ve kimsesizliğini gidermeye çalışan bir nevi koruyucu ailesini geride bırakarak yola çıkar. Şehirde Miguel’e âşık olur ama acıyı tatmadan aşkını yaşayamaz, bir süre sonra adamın arazi olmasıyla yalnız kalan Crisanta hayat kadınlığına başlar, ilk ailesinin ricasıyla köyüne geri döner ve atlattığı onca badirenin verdiği bilgelikle yaşamını kabullenir. Bu öyküde bahsedilen mavi renk diğer öykünün merkezinde yer alır, bu rengi elde etmeye çalışan tabak çanakçı boyayı satan adama gider, adam bir başka adama gider, en sonunda Almanya’nın savaşta olduğu ve ambargo yüzünden hiçbir şey satamadığı ortaya çıkacak, okyanusun öte yakasındaki insanların bu durumdan haberdar olmadığı anlaşılacaktır. Tabakçı adam mavinin özel bir tonunu bulabilmek için öykünün ve Meksika’nın derinliklerine doğru yola çıkar, bin bir zahmetle alternatif boyaya ulaşmaya çalışırken hiç tanımadığı birine dönüştüğünü anlayacaktır. Almanya’nın yollayamadığı mavi herkesin dilindedir, ölümden sonraki yaşamı baştan aşağı doldurabileceğini söyleyebiliriz ki ilahî niteliği ortaya çıksın. Çıktı. Bu yazıyı da gözlerim kapanırken yazdım, umarım hatası günahı olmamıştır. Evet.

Seghers müthiş bir öykücü, denk gelen hemen okusun.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!