Alice Munro – Castle Rock Manzarası

Munro’nun öykülerinin çözüldüğü kısa anlar vardır, karakterlerden biri finale kadarki kısmı değerlendirir, serbest dolaylı anlatıcı karakterin zihninde bir çatlak açar da ışık metne dökülür, bütün eylemler, malumat anlam kazanır, bir şey olur ve anlatılanın neden anlatıldığı, insanın gündelik yaşamını dolduran çelişkilerin kaynağı ortaya çıkar. Ailesinin geçmişini anlatırken bu anları kendiliğinden sunuyor Munro, öyküleştirdiği kısımlar beriden açıklandığı için dönemin karakterlerini tarihî akış içinde devinirken görmek herhangi bir gizi barındırmıyor çünkü neden barındırsın, İskoçya’nın Ettrick Vadisi’nde hayatta kalmaya çalışan insanların patates yetiştirmelerinden çiftlik hayvanlarıyla boğuşmalarına kadar her şey sarih. Yazarın üslubunca öyküleştirdiği kısımlarda erek besbelli, göçmenler Yeni Dünya’ya yol alırken ölmemeyi diliyorlar, yerleştikleri topraklarda tarımla uğraşırken ticarete atılıyorlar ama Protestan ahlakından nasibini almadıkları için başarılı olduklarını söyleyemeyiz, yaşamları hiçbir zaman kolay olmamış, sürekli bir debelenme. Merkezde Munro’nun kendisi var, maksadı: “Bir hatıratın yazılışına daha yakın bir şeydi yaptığım – bir hayatı, kendi hayatımı keşfediyordum ama ciddi ya da titizlikle gerçeğe uygun şekilde değil. Kendimi merkez kabul edip elimden geldiğince araştırıcı biçimde o benliği anlattım. Ama bu benliğin etrafındaki kişiler kendi hayatlarını ve renklerini oluşturup gerçekte yapmadıkları şeyler yaptılar.” (s. 14) Gerçekle uyumsuzluk iki türlü, tarih metninden ayrışan bölümlerde bilinmesi mümkün olmayan detaylar yer alıyor, örneğin ahırda sevişmeye hazırlanan çiftin sesini duyup da tüfeğini kapan, samanlara doğru rastgele ateş eden kadın belki var ama ateş ettiği uydurma, yoksa ateş etmesi mümkün değil ama sevişmeye hazırlanan çifti başka bir şeyin durdurmuş olması lazım, o ahıra hiç girmemişlerse son derece sıradan bir sürecin sonunda evlenmişlerdir, kim bilir, Munro bazı kişilerin kaynaklarından çok çok uzaklaşıp esasen kim olduklarını dahi unutturduklarını söylüyor. Diğer mesele sosyal ilişkilerin tarihsel seyrinin üslupla çakışmasından kaynaklanıyor sanıyorum, yani aristokrat bir dallamayla köylünün konuşmaları Munro’nun öykülerindeki karakterlerin konuşma biçimiyle birebir örtüşüyor. Eh, titizliği askıya aldığını söylüyor zaten yazar, yüzeyin pürüzsüzlüğünü bozuyor da niyet belli, yemiş de, tamam. Bunun açıklaması şöyle: “Bu tür öykülerde bir hayatın gerçeğine kurmacada genellikle yapıldığından daha fazla dikkat edildiği söylenebilir. Ama üzerine yemin edecek kadar da değil. Bu kitabın aile tarihçesi olarak adlandırılabilecek bölümü de genişleyerek kurmacaya dönüştü ama daima gerçeğe bağlı bir anlatının çerçevesi içinde kalındı. Bu şekilde geliştirildiğinde iki akış birbirine o kadar yaklaştı ki, bu kitapta olduğu gibi tek bir akışta birleştirilmeleri gerektiği sonucuna vardım.” (s. 14) Öyküleri diğer kitaplarına katmamış, tek bir kitapta toplamış, böylece aile ağacının köklerinden dallarına parçalı, buna rağmen yekpare bir bütünlük ortaya koymuş.

Hadrianus’un duvarından otuz mil kuzeyde, Edinburgh’un elli mil güneyinde yer alan Ettrick Vadisi başlangıç noktası. Piktler, Keltler, Anglosaksonlar ve Norveçliler yaşıyor oralarda, Munro’nun ailesiyse Far-Hope adlı çiftliğin sahibi. Civardan geçenlerin arasında William Wallace, Dante’nin değindiği Michael Scott ve Merlin var, söylentilere göre Merlin’i Ettrick çobanları pusuya düşürüp katletmiş. Ettrick Suyu hızlı ve berrak akarmış, anlatıcının Ontario’da büyüdüğü çiftliğin yanından geçen Maitland Irmağı’ndan çok daha darmış. Munro kendini merkezde gösteriyor arada sırada, bu bir örnek. Atalarının yaşadığı bölgeyi araştırırken Ettrick Kilisesi’ne gidiyor, William Laidlaw’un mezar taşını buluyor, aynı taşın üzerinde Sir Walter Scott’ı aşırdığı yerel ezgiler nedeniyle azarlayan Margaret Laidlaw Hogg’la Robert Hogg’un isimleri yazıyor. Bu ikisinin çocuğunu okumalısınız, zamanına göre dört dörtlük bir metni var, James Hogg. Orada başka Laidlaw’lar var tabii, içlerinden biri Robert Laidlaw yazarın büyükdedesinin büyükdedesi. Kaynaklarda yer etmiş bir aile bu, 13. yüzyıla kadar izi sürülebiliyor, Robert’ın oğlu Will kırsalın o güne dek pek az rastladığı uçarı insanlardan biri olduğu için halk hikâyelerine de konu olmuş. “Bana kalırsa uzaklığını koruyan, kendine yeterli, hâlâ kendi mitolojisine ve yerel harikalara sahip bir dünyada yaşıyordu. Ve kendi de bu harikalardan biriydi.” (s. 23) Ailenin bir kolu göçmeye karar verene kadar Laidlaw şamatasından nasibimizi alıyoruz, küçük yerin meraklı insanlarının serüvenleri hiç bilmedikleri bir dünyaya er geç gitmeye çalışacaklarının işaretleri. İki öcü hikâyesiyle bu faslı kapıyorum çünkü yola çıksınlar artık bir, korku hikâyelerini severim iki. Will bir gece evine dönerken yeşiller giyinmiş küçük kadınlara rastlıyor, hepsi bir ağızdan Will’in adını haykırmaya başladıklarında ödü kopuyor adamın, tanrıya yakardığı zaman sessizlik. İkinci mevzu tanıdıkların aslında tanıdık olmamalarıyla ilgili, havanın kararmasına yakın Will koyunları ağıla sokmuş evine dönerken epey ileride komşularından bazılarını görüyor, onlara seslenip peşlerinden gidiyor ama ne kadar hızlanırsa hızlansın mesafeyi kapayamıyor, üstelik bağırıp çağırmasına rağmen komşulardan hiçbir tepki yok. Işık azaldıkça görüntüleri bulanıklaşıyor, üstelik kalabalıklaşıyorlar, bir de tepelerden aşağı soğuk yel esince anlıyor Will, onlar komşuları değil, nereye gittikleri meçhul. Bu hikâyelere Kanada’da hiç rastlanmamasını neye yormalı bilmem, insanların eğlenmek için zamanlarının olmamasına belki, insanları yeterince uzun zaman barındırmadığı için söylenceler üretememiş toprağa, keşfedilecek bakir alanlara. Elbet yorgunluğa bir de, gece gündüz toprakla uğraşan insanların hikâye dinleyecek güçleri yok. Okyanusu geçmeye kalktıkları zaman -ataları toptan, buna rağmen tek kişiymiş gibi gönderiyorum Amerika’ya, karakterlerin biricikliğinden bahsedilemeyeceği için haksızlık değil- öte tarafta ne yapacaklarına dair mantıklı bir fikirleri yok, tanıdık veya akraba birkaç kişinin yanında şanslarını deneyecekler ki bu “şans denemek” o zamanların ata sporu gibi bir şey, herkes bir yerlere şansını denemeye gidiyor. Bizimkiler karaya çıktıkları zaman öküzlerle ilerlemeye başlıyorlar, içlerinden birinin bebeği çalınıyor, şans eseri bulunduğu zaman bir insanın yok olabilmesinin kolaylığı ürpertiyor. Illinois’a yerleşen koldan anılarını yazan bir dedenin 1800’lerin ortalarından 1900’e kadarki değişimi kaydetmesi -gerçekten kaydettiyse tabii- Amerika’nın üretim -ve kıyım?- makinesine dönüşüm sürecinin gündelik yaşamdaki deneyimler yoluyla anlaşılabilmesini sağlıyor, yedi mil boyunca hayvan sırtında taşınan erzak artık vagonlara yükleniyor, demiryolu ülkeyi boydan boya sararken servet edinme fırsatlarının çokluğunu da gösteriyor, bir parça toprak koca bir aileyi arşa çıkarabilir ama bizimkilerde öyle bir görü yok, başlarını topraktan kaldırmıyorlar.

İlk bölümde seyahatler ve yerleşimler tamamlandıktan sonra ikinci bölüme geçiyoruz. Alice doğuyor, 1930’ların sonlarına doğru ilk arkadaşlarını ediniyor. Okula başladığı zaman insanları tanıma mevsimi de geliyor aynı zamanda, zorbalık ve dostluk kol kola yürüyor. Önceki öykülerde olmayan başka bir şey de Munro’nun toplumsal değişimlere dikkat kesilmesi, örneğin arkadaşlarından birinin ailesi azıcık yakınlık gösterse ölümüne utanıyor kız, “neredeyse birisi donunun içini görmüş gibi”. Babası dayağa karşı, kızının arkadaşını döven adamı tasvip etmiyor ama kendi kızını dövmekte sakınca görmüyor, aile terbiyesi. İlişkiler çok akışkan, anlatıcının değindiği birkaç yakınlaşma olabilecek en kötü biçimlerde bitiyor, kötü maceralardan sağlam evliliklere böyle varılıyor. Namuslu olduğu bilinen kadınların sevgilileriyle özgürce dolaşmalarına ses edilmezmiş ayrıca, tabii evlilikle sonuçlanmayan ilişkilerden sonra düşmanlık başlıyorsa herkesin bir hakkı var demektir. Ekonomik durumun çok parlak olmadığı malum, anlatıcı şöyle tarif ediyor çalışmaya başlamasının sebebini: “Ben on yaşımdayken işçi kızlar geçmişe karıştı. Yoksullaştığımız için miydi yoksa benim sürekli yardım edebilecek kadar büyüdüğüme hükmedildiği için miydi bilmiyorum. Her ikisi de doğruydu.” (s. 234) Savaş var, gıda maddeleriyle birlikte benzin karneye bağlanmış, yine de zengin haytalar sokaklarda arabalarıyla bir aşağı bir yukarı gezinebiliyorlar. Kanada’da manzara toplumun her kesimini gösteriyor, Munro’nun son bölümde ilk yerleşimcilerden olan atalarının mezarlarını aradığı sırada “tanıdığı” akrabalar dahil.

Anlatı diyeceğim, öykü veya romandan ziyade anlatıya yakın bir form. Munro’nun kurmacalarına aşina olanlar bayılır.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!