Alain de Botton – Havaalanında Bir Hafta

Masanın yanından insanlar geçiyor, gelip gidenler, bekleyenler. Tekerlek tıkırtıları, konuşmalar. Uçaklar inip kalkarken tozları bırakıyor, dünyanın her yerinden. Birkaç saatte tropik fırtınanın üzerinden yağmura. Camlarda çizgiler, bulutlar bir şey yazmaya çalışıyor. Dirsek masaya dayalı, adamın biri etrafına bakıp gördüklerini yazıyor. İşletmeci iyi bir ödeme yapmış, belli ki başkalarına da yazdıracak bir şeyler, Alain de Botton ilk. Sermayenin öyle yüce sanatsal heveslere para yatırması hayret verici ve dokunaklı görünmüş yazara, teklifi kabul etmiş. Savaş ganimetlerini tapınak inşa etmeye harcayan tiranları hatırlıyor, ücretini dolaylı yollardan ödeyen emekçilerle şöyle bir konuşuyor, o kadar. Havaalanının yöneticisiyle geçirdiği zaman, yolcuların davranışları ve yapının olağanüstülüğü daha önemli gibi gözüküyor. Ne yazacağına dair sınırsız özgürlük sunulmuş olsa da dikkati cam ve çelik yığınına çekilmiş bir kere, şöyle bir değinmek dışında çalışanların durumlarına dair detaylı açıklamalara girişmiyor, muhtemelen patronun beklentilerini karşılamak için felsefeye, tarihe bağlanan yorumlara ağırlık veriyor. Patron işverenlerin en feragat sahibi, ne bir ithaf ne bir şey istemiş. Havaalanının otellerinden birinde güzel bir oda, her gece iki sandviç hakkı, tamam. Mekânın yarattığı çağrışımlar iyi, Alain de Botton’un şeyleri bağlama biçimi hoş da alttan alta bir yaltaklanma desem ağır olacak, aşırı sempati çıkıyor yüzeye, ekşi bir şey. Yolcular sirenleri dinlememek içi kulaklarını tıkasınlar, yükseklerde kanatlarının yanmasından çekinsinler, modern bir mit olarak havaalanı anlatılsın, yeterli. Elli yıl önce koca hangarların bulunduğu yerdeki orman, hayvanlarını otlatan insan da devletin gösterdiği yerde yaşamaya başlasın artık. Kaostan doğan düzenin, mantığın ve zarafetin ilginçliğinden uzak durabilir, kendi tercihi.

Otel odası “business class” kabinini andırıyor, menüdeki yiyeceklerin anlatımı haikuyu çağrıştırıyor.

Lezzetli kır yeşillikleri, güneşte kurutulmuş kuşburnuyla
Armut buğulaması, Gorgonzola peyniri
Ve şekerle kaplı ceviz kırmızı şarap sosunda” (s. 19)

Şiir yiyorsunuz, görseller direkt midenize iniyor. Yazara kulüp sandviçten başka bir şey sunulmuyor, o da merak edip almıyor bu sanat eserlerini, imgeler yetiyor. Yürüyüşe çıkacak, tarlalarda yürümek istiyorsa da binadan ayrılmak “riskli ve imkânsız” göründüğü için otelin koridorlarında dolanıyor, midesi bulanıyor. Otel tutmuş, sayısız oda ve koridor iç kulaktaki dengeleri bozuyor. Dışarıdan bakınca kutsanan yerlerin içi insanın yapısına aykırı. Televizyonda ekonomi haberleri, işverenin sahibi olduğu şirketin hisseleri düşüşte. Yazarın dikkat çektiği noktaları birleştirince sermayenin dünyayı kurma biçimlerinden başka bir tablo çıkmıyor ortaya, harcanan emeğin metalaşması robot gibi davranan oda görevlilerine indirgeniyor, bir sürü şey. İlk gecenin hikâyesi. Sabahın erken vakitlerinde uçaklardan uyuşuk yolcular iniyor, gün yeni başlıyor olsa da onlar için bitmiş. Su ısıtıcılarının düğmelerine basılıyor, yorganların altından okullara ve işlere giden yol çok uzun, iniş yapanların uyuşukluğundan okunuyor. Bagajlar alınıyor, koca eşyalar el arabalarıyla götürülüyor, bekleyen onca taksi için gün o an başladı. Fotoğraflarla görselleştiriliyor anlatılanlar, koca bir televizyonun taksiye sıkıştırılmaya çalışıldığını görüyoruz, duvardaki veya masadaki yerini alana kadar kırılmazsa iyi, kim bilir nereden getirilmiş de bagaja tıkılacak. Yolcuların çoğu makinelere yöneliyor, biletler alınacak, kontrol edilecek, her biri için ayrı sıra. İnsan faktörünün özlendiği bir an, makine çalışmıyor, teselli edilecek müşterinin yanında kimse yok, sinirlenip vursa başa iş. Ekranlarda gördüğü sayısız istikametten birine gidebilir, bu bir özgürlük, sakinleşmesi için sebep. Daha da zenginleşen, semirdikçe semiren üst sınıf için dünya sayısız ihtimali taşıyabilir, çoğunluk içinse böyle bir özgürlükten bahsetmek hakaret etmekle bir. Kaymak tabakanın deneyimlerini düşünüyor Alain de Botton, yaşayacakları her olumsuzluk ya gecikme ya da kötü muamele üzerine. Her zaman güleç olması gereken çalışanların olumsuz bir tavrı şirketin imajını doğrudan sarsacağı için çalışanların robotluğunu hatırlıyoruz yine, birkaç paragraf önce anılan insan faktörü bu kez unutulmuş gibi görünüyor. Bağırıp çağıran birkaç yolcuya bakınca her şeyin saat gibi işlemesi lüzumunu Seneca’nın umut hakkında söylediklerine bağlıyor yazar, haddinden fazla iyimser olduğumuz için umutluyuz, bu umut bir yerinden eksilince ortaya çıkan öfkenin ketlenmesi zor.

Ayrılık ve kavuşma sahneleri. Çiftler ayrılırken yanlarından geçenler şahit oldukları ânın büyüsüne kapılıyorlar. Alain de Botton da kapılmış olacak, fotoğrafçısıyla işbirliği yaparak vedalaşan bir çiftin izini sürüyor. Kadın metanetini koruyor, yaşamına kaldığı yerden devam etmek için elinden geleni yapıyor, yürürken sadece bir kez tökezliyor. Diğer yanda adamın metroya yolculuğu daha hüzünlü, cama yaslanan baş ve belirsiz bir noktaya dikilmiş gözler. Her ayrılıkta sevilen son kez görülüyormuş gibi, sabit gözler bütün bir ilişkinin baştan sona tarandığını gösteriyor belki. Bilinmeyenin etkisi de var, baba çocuklarına ve eşine bakmıyor, etrafı inceliyor. Bir süre sonra uçak alev aldığı zaman onları ne kadar çok sevdiğini söyleyecek, o andan ne kadar uzak. Teknolojik gelişmelerin, metal yığınına binip uzaklara gidebilmemizin temel çelişkilerimizle ilişkisini düşünüyor yazar, en azından acı verici ilişkilerden kurtulmayı öğrenmemiz gerekmez miydi? Gerekmezdi. Uçmayı öğrenmek yıkıcılığımızı değiştirmediyse de beyin kanseri bir adamın çok sevdiği karısıyla birlikte Bali’ye gitmesini sağladı. İki yönlü bir ilerleyiş, uzaktan kumandayla yağdırılan bombaların yanında biten bir ömürden kalacak son, güzel bir fotoğraf da edinilebiliyor. Bazılarıysa kendileri bir fotoğraf bırakıyorlar oracığa, ayakkabı cilalayan Dudley gibi. “Ayakkabıları cilalamak için ücret alıyor olsa da gerçek misyonunun psikolojik olduğunu biliyordu. İnsanların ayakkabılarını rastgele şöyle bir temizlediklerinin farkındaydı: geçmişe bir darbe vurmak istediklerinde, harici bir değişimin iç dünyada da bir değişim yaratmasını umut ettiklerinde yapıyorlardı bunu.” (s. 46) Kısa bir zaman aralığına sıkıştırılmış derinlik, gelip geçiciliğin büyük boşluğu. Her şey yığılabilir oraya, düğününe giden adamın sadakatsizlikleri beş dakikaya sığar, sonraki beş dakikada yalvarmalara dayanamayarak babasını yastıkla boğan bir adamın hikâyesi doğabilir. Belki de kendini havaya uçuracak bir kadın geçer Dudley’nin önünden, güvenlik personelinin hamile kadınları sıkı sıkı aramaları dümenden hamilelikle karnına bomba bağlamış bir kadın yüzünden. Güvenlikten sorunsuz geçen insanların yüzlerindeki rahatlamada kutsal bir şey görüyor yazar, bütün günahlarının bedelini ödeyenlerin sakinliği, mutluluğu var yüzlerde. Havaalanında çalışan pedere göre insanlar hep kaybolduklarında geliyorlar yanına, ruhani bir eylem. Tuvaletleri soruyorlar hep, peder için hayal kırıklığı. Uçağa binmeden önce alışverişlerini huzurla yapıyorlar, mağazalara girdiklerinde gidecekleri yere göre gruplanmış kitaplarla karşılaşıyorlar. Prag rehberi, Milan Kundera. Los Angeles ve Santa Fe, Raymond Carver. Alain de Botton insanlığın geldiği noktadan memnun, bedeli her ne olursa olsun. Savaşların, yaşanan onca felaketin genel bir değerlendirmesine girişiyor: “Batı dünyasının pusla kaplı bir köşesindeki pist manzaralı güzel bir odada sessizce bir araya gelmiş birbirinden ilginç bireylerden oluşan, mukayese kabul etmez bir grubun oluşmasına yardım etti.” (s. 66) Bu olumlama çok tehlikeli, dünyanın şu anki halinden böylesi bir memnuniyet duymak benci, bizci bir bakışın ürünü. İdeoloji Olarak Biyoloji nam müthiş metinde “Sosyal Darwinizm”in neoliberal politikalarla yol açtığı kıyımın boyutunu görürüz, uygulamalı biçimi bu metinde.

İzlenimler iyi, felsefe pek iyi ama insan? Ona rastlamak zor. Meraklısı okusun, okumazsa pek bir şey kaybetmez.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!