Antoine de Saint-Exupéry – Güney Postası

Dile takla attırmak değil, oyun oyun oyun değil, sözcükleri eşelemeyi, sentakstır, morfolojidir, fonetiktir, bunları alışılagelenin dışına çıkarmayı düşünüyorum, bu uğraşı. Karakterin/anlatıcının dünyası, temel bu sanırım. Mekânın olağanüstülüğü, bilincin kronolojik dizgesinin bozumu, öyle bir bozum ki harflerin bile parçalanması, bölünmesi anlatıcıya dayalı. Tamamen dışarıdaysa, sıradan insanların yaşamlarını anlatıyorsa oyuna hakkı yok, Adnan Benk’in Kemal Bilbaşar’da bulduğu sıkıntı. Olmaz değilse de bir sofra olsun, aile bireyleri tartışıyor, diyaloglarla ilerleyen bir anlatı. Gökyüzünün imge imge örülmesiyle sonlandırmak anlatıcının oyun hevesinden başka bir şey ifade etmiyor, öykünün dengesini bozuyor üstelik. Güney Postası‘nın dünyasında anlatıyla dil öylesi birleşti ki farklı yapılar arasındaki uyum gösterdi hemen kendini, daha ne başta telsiz konuşmasının mekanikliği gökyüzünün düzenini imlerken hemen ardından anlatıcı pilotun uçuş tasvirleri edimin bambaşka bir boyutunu oluşturdu. Gece konut, sahra ayın parıltısında kumul kumul, ipek hışırtısıyla silinen kumsal, ardından günü getiren güneşin altında Mağriplilerin kımıltısızlığı. Dakar’dan Juby’ye, Toulouse’a gönderilen haberler uçakların seyirlerini kısaca aktarsa da kokpitin içinde bambaşka bir dünya var, bulutların arasında biçimlenen bir anlatı. Yazar bulutları izlemekten dalgınlaşırmış, iyi bir pilot değilmiş bu açıdan, öyle söyleniyor. 1920’lerde Avrupa’dan Afrika’ya taşıdığı mektuplar onca insanın hikâyesini taşırken başka bir hikâye daha yazılmış belli ki. Beş bin kilometrelik hatta çöller, okyanuslar ve ormanlar geçit töreninde, motor sesinin eşlik ettiği yolculuğun büyüsü. Hangardaki diyaloglar sıradan, rutin kontroller sırasında işini yanlış yapanlara ceza kesiliyor hemen, posta teşkilatının çalışanları ve uçuş görevlileri işlerini ciddiye alıyorlar. Kadraja uçak girer girmez dil serpilme emareleri göstermeye başlıyor, hangardaki yeri belli olan araç yükselir yükselmez gökte de yerini bulacak, öncesinde kalkış. “İlk sıçrayışlar elastiki havada sönümlenir, yol gitgide uzar, tekerleklerin altında bir kayış gibi parlar. Pilot havayı yoklamaktadır: İlkin maddesizdi, sonra akıcı oldu, şimdi yoğunlaşınca uçak yaslanır ve yükselir.” (s. 12) Pistin iki yanındaki ağaçlar ufka bırakır yerini, ağıllar ve evler oyuncaklaşır, beş saatlik yolculuk başlamıştır. Jacques Bernis’nin uçuşunu anlatır isimsiz anlatıcı, en yakın dostunun göklerde süzülmesine değinir. Gençlik yıllarından beri süren arkadaşlıklarına pek çok uçuş ve kadın sığmıştır, molalarda kadınları yataklarında bırakıp uçağa dönerler. Dili meşrulaştıran bir detay var arada, ilk şiirlerini yazdıkları etüt odasını gördükleri zaman anıları canlanır hemen, anlatıcının şiirle uğraştıklarını belli belirsiz anması üslubun bir nevi kabulü için yeterli. İki arkadaş Tanca’da, Dakar’da gezerler, gece dışarı çıkacakları zaman özenle giyinirler, savaş anıları gelir gözlerinin önüne. “Sapasağlam dönerdik, erkekçe pazularımıza yaslana yaslana. Savaşmış, çile çekmiştik. Sınırsız toprakları aşmıştık, birkaç kadın sevmiştik, ikide birde ölümle yazı-tura oynamıştık; amacımız, çocukluğumuzu gölgeleyen ceza ve izinsiz korkusundan kurtulmaktı sadece, cumartesi günleri karnemizdeki notların okunmasını sarsılmadan dinleyebilmekti.” (s. 18) Okulda Descartes’ı, Nietzsche’yi, Pascal’ı öğrenirler, sonsuz maviliğin olağanüstü yorumları için bir kaynak daha. Bernis uçağının çakılması halinde hayatta kalabilir, bilgisi bunlarla sınırlı değil. Âşıktır bir de, bu da çok şey demektir. Ölüme yaklaştığı her an yaşamak için can havliyle uğraşır, topuğunu zemine vurarak bağlantı problemlerini giderir, uçağın düşmesini engeller. Yorgundur ama, iki ay öncesinde Geneviéve’in yüreğini kazanmak için uğraşmışsa da hiçbir uçuşun aradaki mesafeyi azaltamayacağını görmüştür.

İkinci bölümde Bernis’yle Geneviéve’in ilişkilerine odaklanıyoruz. Paris’e gelen Bernis dostlarını arayarak müjdeli haberi verir, buluşmalarda maceralarını anlatır. Beş saate kaç serüvenin sığacağı tahmin edilemez, bir süre sonra bütün hikâyeler birbirine karışır, Bernis’nin mektuplarına da yer veren anlatıcı en iyi dostunun yaşamını anlatmaya yoğunlaşır. Geçmiş açılır o an, Geneviéve on beşindeyken bizimkiler on üç yaşındalar, periyi izliyorlar. Eski bir evin kalın duvarlarının ardında, perdelerin arasında ara ara gözüken Geneviéve çocukluğun saf aşkını biçimliyor, Bernis anılarındaki kızı bulmak için uğraşıyor, başarılı da oluyor ama kadının evlenmiş olabileceği gelmiyor aklına. Sıkıcı bir ziyafet, Herlin konuklarla ilgileniyor, Geneviéve’e göre sevgisi hep eksik. Tamamıyla vermemiş yüreğini, tek çocuğunun ölüm döşeğinde olması da bir başka problem. Durum kötüleştikçe kırıcı olmaya başlamış Herlin, yanlış giden ne varsa her şeyi eşine yıkmaya başlamış. Ne cehennem. Bu esnada Bernis’le yakınlaşıyor Geneviéve, kadın bir gece çıkıp adamın evine geliyor, oğlu öldükten bir süre sonra. Aralarındaki parıltı geçici, anlatıcının mektubunda kadının arzularının ve acısının hiçbir zaman dinmeyeceği yazıyor, gerçekten de eşinden ayrılan kadın ucuz biblolara, adi halılara dayanamayınca ilişkilerinin uzun soluklu olmayacağı anlaşılıyor. Ayrılana kadar birlikteler, birbirlerine iyi geliyorlar. Zaman geçtikçe bütün kadınlar, yollar, uçuşlar birbirine benzemeye başlıyor, kalbin ateşi sönüyor, Bernis hayal kırıklığıyla uçağına dönüyor.

Üçüncü bölümde Bernis’nin son uçuşları var, telsiz konuşmaları uçağın yeri hakkında malumat bekleyen insanların sesleriyle dolu, Bernis ve anlatıcı biner kilometre uzaktayken geceye çığlık atıyorlar, yerleri belirsiz. Bir süreliğine kaybolmak özgürlük hissi veriyor, tehlikeli olsa da. Hava biraz sisli veya fırtınalıysa kaosa bir bakış, telsizin cızırtısını ve uçağın homurtusunu fırtınanın sesi veya sisin boşluğu alıyor. Posta teşkilatının umursamazlığı da başka mesele, rüzgâr yüzünden uçakların kalkabileceği bile şüpheliyken sevkiyatın sürdürülmesini istiyorlar, emir gereği. “Gündüz bir tepenin yuvarlak sağrısı, bir körfezin çizgileri, mavi gökyüzü sizi içlerine alan bir dünya olurlar, oysa şimdi her şeyin dışındaydı, unsurların karmakarışık olduğu bir oluşum halinde bulunan bir evrenin içinde.” (s. 94) Muhtemelen kulede çalışan anlatıcı bir uçağın hedefine varmadığına dair mesajı duyunca dostu için kaygılanmaya başlıyor. Birkaç noktadan aynı haberler geliyor, uçağı son görenlerin bildirdiği kalkış saatine göre çoktan varmalıydı, ortada yok. Karmaşanın içinde Bernis, mücadelesini mitik bir hikâyeymiş gibi okuyoruz, o kadar etkileyici. Aslında gecikmesinin bir diğer sebebin Geneviéve’i son kez görmeye gitmesi, o sırada öğreniyoruz, hasta kadının yanına varınca ölümün çok yakın olduğunu görüyor ve dışarı çıkıyor hemen, hayatına kaldığı yerden devam etmeye çalışıyor. Anlatıcıya kadınla aralarında geçeni anlatıyor, şu özetidir herhalde: “Aramızda ayrılık yoktu. Ayrılıktan da daha korkunç bir şey vardı. Nasıl anlatayım: Bin yıl vardı sanki aramızda. İnsan bir başka insanın hayatından o kadar uzaktır ki.” (s. 113) Kazanın gerçekleşeceği sefer, Bernis pervanenin devrini artırıyor, havalanıyor, Tunus’ta bir karargâha iniyor. Hiçliğin ortası, askeriye. Neden öyle bir yerde öyle bir yapı, o insanlar ne yapıyorlar, nasıl yaşıyorlar, bilmiyor Bernis, düşünüyor, oradaki kıdemli çavuşlardan biriyle muhabbet ediyor. Ayı bekliyorlar, şavkta bir haber var. Yıldızların çavuşu, bir türküyü anımsamalı. Bernis biliyor, söylemeye başlıyor, çavuş eşlik ediyor. En büyük ödül sevdiği türküyü bilen biriyle karşılaşmak. Uçak havalanıyor tekrar, kayboluyor. Birkaç pilot arama çalışmalarına başlıyor, anlatıcı da aralarında. Enkaz? Değil, kayalık, her yeri karış karış arıyorlar. “Kayıp bir çocuk çölü doldurur.” (s. 127) Geceden daha hafifken ağırlaşan, kaybolan kanatlar düşman çetelerin yakınında, parçalanmış bir halde bulunuyor. Posta sağlam. Dakar’a varıyor en son, anlatı böylece sonlanıyor, başladığı gibi telsiz mesajıyla.

Sıradan posta uçuşları, gökte parlayan metal noktalar. Dünyanın zenginliği o parıltıda. Şahane bir roman.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!