Günyol’un 1970’lerde yazdığı, Cumhuriyet‘te yayımlanan köşe yazılarından derlenmiş, o günlerin havasını suyunu taşıyan bir kitap. Siyasi çalkantıların tam ortasından bildiriyor Günyol, sözünü sakınmıyor, MC iktidarına ve politikacılara bir güzel giydiriyor. Kantarın topuzunu kaçırdığı noktalar var ama fazlalıkları sezip çıkardığımızda berrak bir su gibi akıyor Günyol. Araya dereye vecize sıkıştırıyor, vecizeleri kendi yaşamında şahit olduğu olaylarla destekliyor, toplumsal sorunları da katarak hoş yazılar çıkarıyor ortaya, pek güzel ama derinden gelen bir koku var, nasıl desem bilemiyorum, bu tabiri kullanmak da istemiyorum ama daha iyi bir benzetmem yok, “CHP’li amca” tonunun ağır bastığı yazılar çok. Hemen her yazının sonunda halkın uyandığına, her şeyin güzel olacağına dair söylemler var, iyi niyetlerle kurulmuş hayaller gerçekleşemiyor ne yazık ki, daha efektif yöntemler nasıl ortaya çıkacak bilemiyorum ama bunun seçimlerle, demokrasiyle ortaya çıkması zor. Demokrasinin işlerliği malum, yasalar keyfe keder değiştirilebiliyor, bir genelgeyle demokrasinin pabucu dama atılabiliyor, bu sistemle başka türlü bir mücadele gerekiyor. Bilemiyorum ya. Neyse, ilk yazıda solcuların ezilmesinden bahsediyor Günyol, Sokrates’ten bu yana halkı gerçekten düşünen insanın iktidarlar karşısında yalnızlığını anlatıyor, gerçi Sokrates kısmı ironik biraz. Kendi yalnızlığından da dem vuruyor, 1953’te Rockefeller Vakfı’nın bursuyla Harvard’a gitmek istiyor ama MEB pasaport çıkartmıyor bir türlü, Sabahattin Eyuboğlu’nun akıl vermesiyle avukat pasaportu alıyor Günyol, basıp gidiyor. Sonra bir haber, memlekete dönmesi gerek, MEB çağırıyor. Dönmüyor Günyol, dönünce de soruşturmalar, işten atılmalar, bir sürü şeyle uğraşmak zorunda kalıyor. Babeuf davası var bir de, Günyol bu devrimci adamın yazılarını çevirip kitaplaştırıyor, mahkemelerle uğraşmak zorunda kalıyor sonra. Yine kendi çevirip bastığı kitaplardan biri de toplanıyor, protesto olarak birkaç yazar arkadaşıyla birlikte toplanıyor ve açıklama yapıyor. Sonra yine davalar, bir sürü şey. Canından bezdirmişler biraz, politikadan yılmış, yine de umudu var. Son yazılarında bile var, bir darbe daha gördükten sonra bile. Hep Süleyman Hep Başbakan ikide bir ortaya çıkıyor, irtica sesleri yükseliyor, yoksulluk korkunç boyutlarda, Günyol aman vermeden on beş cephede birden savaşıyor. Şapka mevzusu açıyor bir yerde, festen kaskete geçişte toplumun resmini çiziyor. Vasatlığı yeriyor, ahlaksızlığı insanlık suçu olarak eleştiriyor, borcuna sadık kalmayanlara bile lafı var. Bu vasatlık konusu da çokça yerde geçiyor, Halide Edip Adıvar’ın sokağa kül tablasını dökmesi örneğin. Adnan Adıvar’ın dostluğu vasıtasıyla Halide Edip’in yazıcısı oluyor Günyol, bir roman taslağı üzerinde çalışırlarken Halide Edip kül tablasını alıp camdan aşağı boca ediyor, gayet normal bir şey yapmış gibi oturuyor sandalyesine. Günyol beyninden vurulmuşa dönüyor, garipsiyor, üzülüyor, Doğu kafasına sahip olmaya bağlıyor bunu, bir anlamda insanlığa ve yasalara değer verilmemesiyle eşliyor. “Azakanarlık” da aynı şekilde. Pek kimse aza tamah etmiyor, birey bile olamayınca toplumun çıkarları için hareket etmiyor. Bunun sağı solu yok, doyumsuzlukla ve güvende hissetmemekle ilgili. Milletvekili maaşlarını örnek gösteriyor Günyol, sendikacıları örnek gösteriyor, oluk oluk paranın aktığı betonlardan ve motorlardan dem vuruyor. Hep aynı nakarat, günümüzde de aynı israf, aynı tantana sürüp gidiyor. Saint-Just’ten örnekler geliyor ardından, bir dünya. İki yüz yıl öncenin Fransız toplumunu uyandırmak isteyen aydınlardan sıklıkla alıntı yapıyor Günyol, dinamikler farklı olsa da iki dönemin ortak düşmanına karşı aynı cephede savaşanları yanındalarmış gibi hissediyor.
Kişisel meseleler de var, Günyol’un aydınlanma pratikleri. Paris’teki öğrencilik yıllarında Fransız bir ailenin davetlisi olarak akşam yemeğine gidiyor, çocukların babalarına karşı davranışlarından dehşete düşüyor önce. Çocuk ateş istiyor babasından, birlikte sigara içiyorlar, bacaklar uzatılmış. Günyol o güne kadar böyle bir şey görmemiş, edep, terbiye ne oldu diye düşünürken farkına varmış ki konuşmalarında hiçbir saygısızlık yok, aksine çocuk son derece saygılı, düzgün konuşuyor babasıyla. Günyol o an ayıyor, yaşadığı toplumun değerlerinin dışındaki ailelerin içinde dostluk, arkadaşlık bağları gelişiyor, insanlar açık açık tartışabiliyorlar, gülüşüyorlar, muhabbet ediyorlar, bilmem ne. Sonra köy enstitüsünde öğretmenlik yaptığı zamanları hatırlıyor, girdiği ilk sınıfta herkes salmış bir vaziyetteymiş, rahat rahat oturmalar, gülüşmeler derken Günyol korkmuş biraz, çocukların haylazlıklarından ürkmüş ama bir de bakmış ki ders başlar başlamaz pürdikkat dinliyorlar. Aynı şeyi Harvard’da da görmüş, yazınki derslerden birinde herkes yayılmış yine, sonra profesör gelmiş, dersi anlatmaya başlayınca herkes suspus. Ders bitince tartışmalar, fikir teatileri, herkes fikrini rahatça dile getiriyor falan, şaşırıyor yine Günyol, tabii en sonunda aydınlanıyor bir güzel. Oktay Akbal’ın getirdiği bir mektuptan ötürü anlatıyor bunları, Anadolu’da çalışan birkaç öğretmen ortaklaşa bir mektup yazıp yollamışlar Akbal’a, o da Günyol’a vermiş mektubu. Öğretmenler baskılardan ötürü yılmışlar, kitap okuttukları için, öğrencileriyle arkadaş gibi oldukları için şikayet üstüne şikayet geliyormuş. Günyol devletin asık suratını eleştiriyor bu noktada, tabii aslında zihniyeti eleştiriyor. Birkaç yazı yazdı, devrimcilerin kitaplarını çevirdi diye kendisini Selimiye’ye kapatan iktidarı eleştiriyor. Şahit olduğu veya duyduğu insanlık dışı muameleleri anlatıyor bir yerde, öğretmen de öyle mi olurmuş, solculuk şerefsizlikmiş, bir sürü şey.
Günlükler daha iyi, Günyol’un köşe yazıları biraz yavan kalıyor günlüklerin yanında. Yine iyi tabii.
Cevap yaz