Hani bir düğüne gidersiniz de orada ne işinizin olduğunu sorarsınız, sorduğunuz en yakın arkadaşınızdır, aynı kadınlarla birlikte olmuşsunuzdur, İzmir’in aynı ve farklı sokaklarında dolanmışsınızdır ama aynılıkları bildiğiniz için lafını etmezsiniz de farklılıklara şaşırdığınız için lafını edersiniz, arkadaşınız aslında o düğüne gelmediğinizi, o düğüne gelmediğinizin sınanamayacak yapısından ötürü -doğruluk, hakikat, sahih- aslında geldiğinizi, hadi gelmediğinizi söyler ama bir yandan da dilini çıkarır, eliyle lolo yapar, inanacağınız varsa da inanmazsınız artık, zaten neye inanacağınızı bilemeyecek durumdasınızdır çünkü Enis Batur hemen önünüzde oynamakta ve sigara içmemektedir, inançsızlığınızı askıya aldığınız için buna inanamazsınız ama şiirsel bir düğün değildir o, Coleridge size bir çift laf etmek için te nerelerden gelmiştir, ünlemeden önce doxa diye bağırır, “Yoksa?!” diye bağırırsınız siz de, dönüp arkadaşınıza bakarsınız ve Enis Batur’la beraber sigara içtiklerini görürsünüz, üstelik ikisi de yazı yazmakta, diğer yandan korktuklarının başlarına gelmemesinden ötürü partilemektedirler, oysa siz bilirsiniz ki sigarayı ne zaman bırakırsanız yazmayı da o zaman bırakırsınız, yazmak dünyanın en lüzumlu eylemi olmadığına göre sigarayı hemen bırakmak istersiniz fakat Woody Allen gelir, purosunu yakıp size evlilikle ilgili muazzam üfürmelerinden birini sunar: evlilik taraflardan illa birinin mutlu veya mutsuz olmasıyla sürecek değildir, iki tarafın da eşit ölçüde mutsuz olmasıyla sürer, ideali budur, bilirsiniz, Allen artık anakroniktir de yüz ekşitirsiniz, metinlerini filmlerinden daha çok sevdiğinizi söylediğinizde yüz ekşitişti, yüz ekşiştiri, yü, yavaş yavaş uzaklaşır ve yerini çılgın halaya bırakır, arkadaşınızın yanına gidip bir sigara alırsınız ve Batur’a hatalı olduğunu söylersiniz, Barthes’ın da zamanında aynı hataya düştüğünü söylersiniz, hataya bir yerden bakınca hata olmaktan çıktığını söylemezsiniz çünkü zaten farkındadır ve savını bu savunma üzerine kurmuştur, hani sözcüklerin tarihselliğini bilmemek bir meseledir ama güncelin anlamından yaklaşmak vardır, o mesele değildir lakin şairin meselesi sırf güncelden yaklaşmaktır zaten, Batur’un meselesi şairin hâlâ ölmemesidir, dilediği anlamı dayatmasıdır zaten, o ideoloji bu topraklarda hiçbir zaman kök salmadığı için yazın kuramı da zıplayamamıştır, o halde Batur kime neyi anlatmaktadır, zaten olmuyordur istediğiniz gibi, kimse Cem Akaş gibi gelmiyordur bekleseniz de, Kuran’ı metne nasıl yedirdiğini sorduğunuz zaman sizi hak hukuk diyerek bağlayacaktır bir süre, “enel” diye tamamladığınız zaman, “Tebee ye, ben de ene demek estemeştem,” diyecektir Akaş, çantanızdan 7‘yi çıkardığınız zaman, o da nesi, çantasından 7‘yi çıkardığı zaman, nasıl yani, çantanızdan 7‘yi çıkarmanızın ayna nöronlarla ilgisini düşünürsünüz, zamanın tersinmeye meylinin olup olmadığını, nedenselliği en iyi anlatan sahne gelir aklınıza, meğer Kafka da oradaymıştır ama çekimlere geç kalmıştır, arkadaşınız Kafka’nın ne alaka olduğunu sorar, malum metnin yazıldığı sırada Kafka’nın babasının şehirde fink atan böceklere taktığını, Franz’a zaten taktığını ve oğluna hakaretamiz şeyler söylediğini, hayvan benzetmelerinden hoşlandığını, konu böcekse oğlunu da kakroça benzetebileceğini düşündüğünü söylersiniz, arkadaşınız böceklerin nereden geldiğini sorduğunda Kavimler Göçü sırasında atlarla beraber yola çıktıklarını söylersiniz, tabii o kadar yolu almaları on küsur yüzyıl sürmüştür, kuş uçuşuyla daha kısadır ama hamamböcekleriyle kuşların münasebetlerine dair Codex Cumanicus dahil hiçbir yerde bahis yoktur, Sabuncuoğlu Şerefeddin‘in el ayası çıkukuyla ilgili aktardığı bilgilerde alakalı bölümler vardır ama Aktunç o metni atlamıştır, anlatırsınız, Necati Tosuner gibi öykücü görmediğini söyleyen Aktunç’a hak verdiğinizi söylersiniz, arkadaşınız hakkın verilmeyeceğini, alınacağını söyler, Aktunç’a başvurmayı teklif edersiniz, sözlük çalışmalarının arasında cevaplayacağı bir soruyu yazacağınız mektuba iliştirip yollamaya karar verirsiniz, e hadi onu yaparken sözlüğe bir madde de siz fişeklemeye karar verirsiniz, “fişeklemek” yazıp gönderirsiniz: Bir şeyin başka bir şeyi herhangi bir şey yapma şeyi, neyi, tam aklınıza geldiğinde dumanlardan göremezsiniz, biri kulağınızdan içeri üflemektedir, Burroughs bir şeyleri kesip yapıştırmaktadır, etraftan duyduklarını katapladığını anlarsınız, sigortayı çelik kapı ılıklığında künde, demek terzi kontrolü maden suyu içmekte, birinin kolunuzdan tutup çekmesini istediğiniz an bombayla rodeo yapan arkadaşınız gibi bir adam düşer düğüne, aslında sürekli düşmektedir çünkü davulunu bir bomba gibi kullanmakta, taklalar atarak çakılma numarası yapmaktadır, körili pilavmış gibi bir laytmotif, bağlamdan bağımsız bağ, nerede karşınıza çıkarsa her şeyi bir arada tuttuğu -tutmaya devam ettiği için minnet eylersiniz, düğüne daha kimlerin geleceğini merak edersiniz, sizi oynamaya çağırırlar ama Huizinga’yı bilen olmadığı için nazlanırsınız, yahu onlar da biliyorlar da mı oynuyorlardır, tutup çekerler sizi sahneye, arkadaşınız davulcunun alnına sıkıştırdığı on liranın üstünü alıp alnınıza yapıştırır, Atatürk’le aynı yöne baktığınızı bildiğiniz için memnun olursunuz, aslında bu olguyu da sınayamazsınız ama sınanamayan her şey mümkündür düsturuyla feza olursunuz, sınanamayan çoğu şeyin oralarda bir yerde -gerçekle birlikte- durduğunu bilmek yeter sizin için, arkadaşınız daha fazlasını istediğinden davulcuyla bir olur, Enis Batur’la iki olur -üç?- ve istikbalin olduğu yere doğru bir güzergâh belirler, muhteşem üçlü hazırdır ama davul sesinden hiçbir şey duymazlar, arkadaşınız planı anlatamaz, Babil Kulesi’ni yıkanın belki de gümbedegüm çalan bir davul olduğunu düşünüp ders alır, fezaya çıkamayacaksa Allen’la sinema tartışacaktır, siz metinleri daha çok sevdiğiniz için arkadaşınıza Allen’ın bir kitabını tavsiye edersiniz, hatta ödünç vereceğinizi söylersiniz, tek şartınız arkadaşınızın Woody Woodpecker taklidi yapmasıdır, tamamdır, adaşı da oradayken taktak kuşunun şen kahkahasını atar, 7‘nin yanında bekleyen kitabı çıkarıp yazarına uzatırsınız, onun elinden geçerek verilecek kitabın kıymetini ancak bin basılıp yüzü satılmış kitaplarda bulabilirsiniz, Borges böyle kitapların kütüphanelerde iç içe geçip sonsuz bir kitap oluşturduğuna dair mutlaka bir hikâye yazmıştır, en azından bu kitaplar için böyle bir şey düşünmüştür diye düşünürsünüz, Akaş yanınıza geldiğinde güneş altında söylenmemiş hiçbir şey olmadığını söyler, siz birçok güneşin yer aldığı fezayı gösterirsiniz ve sırıtırsınız, arkadaşınız uzayın uzamaktan geldiğini açıklar, Akaş son metni hakkında bir şeyler anlatırken soyadının bir şaka olduğunu söylersiniz adama, anlamazdan gelir, arkadaşınız zaten anlamaz, siz yine sırıtırsınız ve kendinizi pistin orta yerinde bulursunuz, dans ettiğiniz sırada kimlere öykündüğünüzü, öymenin ne demek olduğunu, öymen soyadlı politikacıların ne haltlar ettiklerini, kimsenin hiçbir oyun bilmediği bir yerde, işte, nihayet kendiniz olabileceğinizi düşünürsünüz, arkadaşınız da bırakır şiiri, nihayet o da, kolunuza girip sizi çevirmeye başlar, beraber izlediğiniz o dizideki ortamdaymışsınız gibi hissedersiniz, hani 1970’lerde gençler içlerinden birinin evinin bodrumunda, yuvarlark bir masanın etrafında otururlar, cıgarayı elden ele geçirip gevelerler, kamera tüten kimse onu gösterir, son bölümde baba gelir de basar bizimkileri, kafalar konfüçyüz olduğu için sonraki sahneler daha komiktir ama sizin dönmeniz o kadar komik değildir, bunu arkadaşınıza söylemek üzere başınızı çevirdiğiniz zaman kolunuzu tutanın arkadaşınız olmadığını görürsünüz, aslında en başından beri pastiş palimpsest kişilerle sallanıp yuvarlandığınızı anlarsınız, çağrışımlarla değişirler ama pek bir şey değişmez, sadece sınanamayanlar kalmıştır geride: Pierre Menard diye biri gerçekten vardı, ilk lipogramı avcı toplumlardan birinde yaşayan, bol av için yaptığı büyü tutmadığında adının ilk harfi olan sesli harfi herhangi bir yerde kullanması yasaklanan biri uydurdu, işte öyle bir metin.
Cevap yaz