“Pendik’le Maltepe arasındaki düz ovadan Aydos’a doğru ağır ağır tırmanalım. Yolumuzun sağında solunda sebze bostanları, harman yerleri, taş ocakları, üzüm bağları, meyve ağaçları, zeytinlikler görürüz. Tabiat, bu köyden hiçbir nimetini esirgememiştir.” (s. 26) Esirgememiştir de biz ne yapmışızdır, oraları şöyle iyi bir betonlayıp paçaroza sokmuş, binalar dikip yeşili boğmuş, yani iyi halt etmişizdir. Bugün Yakacık dediğimiz yerle Yesari’nin Yakacık’ı arasında şu kadar benzerlik kalmamıştır. Taş ocakları ne oldu bilmem, bütün o bağlar mağlar çoktan mort, üstüne yazları şenlik yerine dönen kahvehaneler yıkılmış, köyler koca sitelere dönüşmüş, Yakacık Sanatoryumu’na dair bir şeyler kalmış gibi görünüyor ama çevre baştan aşağı değişmiş. Kışla hâlâ yerinde, Yesari’nin denk geldiği askerlere bugün de rastlanabilir ama kamuflajlarıyla çıkıp türkü çığıramazlar tabii. Hastalar aşağıdan geçen askerlerin sesini duydukları zaman dertlenirlermiş, hani ciğerleri eşlik etmeye elvermediği için. Acınmak da istemiyorlar, civarda oturanların gözlerinden uzakta kalmak lazım. Ayrı bir dünya sanatoryum, kalanların tamamı ağır hasta değil ama yaşamlarının geri kalanında rahatsızlıkları ilerlemesin diye orada bir süre istirahat etmeleri, kür saatlerine katılmaları, temiz havayı hünf diye içe çekmeleri şart. Yesari önlem olarak orada, kendisi gibi erkenden gelmeyip hayatını kaybeden arkadaşlarından bahsederek sanatçı tayfasında da sağlığını önemsemeyenlerin hayli fazla olduğunu anlatıyor. Yatmamışsa hasta değildir, yürüyebiliyorsa sapasağlamdır, evham basmıştır, hiç yoktan dert etmiştir, ölünce de hiçbir şeyi yoktur aslında, küt diye gidivermiştir. “Söyleyeceğim şey acı mı, tatlı mı, bilmiyorum. Yalnız bildiğim şu ki; evde iyi bakılması biraz şüpheli görünen bir hastalığı, hatta bir arızası olup da hastaneye gidebilmek fırsat ve imkânını bulabildiği halde hastaneye gitmek istemeyen bir insan, bence medeni bir insan değildir.” (s. 92) Bu tamam, ölümü bekleyen de yok değil. “Hasta Arkadaşım” ölümün eşiğindeki bir arkadaşını anlatan Yesari’nin ne kadar üzüldüğünü de gösterir, üslup bir anda değişir çünkü, o matrak hava bir anda kaybolur. Yıllardan beri ölümü bekleyen kadın öleceğine inanmaz, her gün sürmesini çeker, rujunu sürer ama ölümün izlerini silemez, pembe hırkasının içinde vücudu deri ile tutturulmuş kupkuru bir iskelettir. Neşeli oluşu tabiidir, ümitsiz hastalarda görülen “anlaşılmaz, tahlil edilmez bir emniyet”in yansıması. Kadın tahsilli, edebiyattan anlayan, dil bilen, ince biridir, yemek zamanları Yesari’nin odasına gelip durmadan konuşur, daha doğrusu sadece o söyler. Kışı İsviçre’de geçirme planının mahvolduğunu söyler bir gün, hemen her sanatoryumu deneyip sağalmaya çalışmıştır, oysa doktorları ve annesini dinlemeyip İsviçre’ye gitse kesin iyileşeceğini düşünür. “Asap uyuşukluğu” önemlidir, bunu aşmak için hava değişimi gerekir, oysa Yakacık gayet kuru, cansızdır. Yesari bir gün dostunu göremeyince hemşirelere sorar, bir süredir yataktan kalkamadığını öğrenir. Ziyaret sırasında kadın vasiyetini açıklar, çiçekler içinde ve babasının yanına gömülmek istediğini söyler. Ölümden sonrası acı, kadının annesi ve kız kardeşleri gelir, resmî işlemleri yapıp giderler, tek bir cılız çelenkle süslenmiş cenaze arabası gelip kadını köyün mezarlığına götürür. “Eğer baharda, yazın, yolunuz Yakacık’a düşerse, kır çiçeklerinden olsun, ehemmiyeti yok, bir demet çiçeği köyün mezarlığına atınız. O çiçekler, hasta arkadaşımı bulacaktır.” (s. 110) Bu mezarlık acaba şimdinin Yakacık Mezarlığı mı? Öyleyse çiçek atınız geçerken, babaannem de o çiçeğin kokusunu alacaktır. Çocukken götürmüştü babam bir kere, yol git git bitmemişti. Yesari’nin oraya gitmek için aştığı yolları düşününce hiçbir şeymiş. Kartal’a kadar tren, sonrası otobüs. Şosede az sarsıntılı yolculuk, uzaktan renk renk, biçim biçim evleriyle Aydos Dağı’nın üst eteklerine serpilmiş Yakacık görünüyor. Yol kenarında yürüyen kabalaklı askerin oraya ulaşması yarım saat, kırk beş dakika. O eğimde yürümek ne dert, sıcakta eziyettir iyice. Bu arada köyün mezarlığı ayrıymış galiba, o zamanlarda da varmış Yakacık Mezarlığı. Şimdi karşısında Mezarlıklar Şube Müdürlüğü var, anneannemi orada yatırmıştık taşa. Bunu anlatmıştım ama bir daha anlatayım, bizim öyle aile dostumuz, akrabamız falan pek yoktur, abimle ben bekliyoruz tabutun başında. Yandaki tabutları araçlara taşımaya yardım ettik, en son biz kaldık öyle. İmam geldi, “İkiniz misiniz bir?” dedi. Başımızı salladık, etrafa bakındık, imam içeriden birilerini çağırdı da öyle kaldırabildik tabutu. Defin daha beterdi ama bunu da anlattım, daha anlatmayıp Yesari’ye dönüyorum. İlk kez gidişini anlatıyor, araya yaşam hikâyesini sıkıştırıyor: Annesi Beykoz’da misafirlikteyken doğurmuş Yesari’yi, şişe fabrikası sabah işbaşı düdüğünü çalarken. O günden beri misafirlikten kurtulamamış Yesari, son durak sanatoryum. Feneryolu’ndan biniyor, Küçükyalı’dan geçiyor, o sıra annem doğmadı bile. Maltepe’den sonra büyük tütün enstitüsünün önünde, Cevizli’de duruyor. Ne saçma, “Tütünlü” veya “Tütünlük” olsa ya. Olmasın sayın Yesari, siz dediniz, doğanın verdiğiyle insanın verdiği bir mi? Sanatoryuma varış, lavanta çiçeklerinin kokusu Aydos’tan inen tatlı meltemlerle etrafı sarıyor, bir de çam ormanı var. Zengin bir İngiliz toprak almış oradan, fidanları diktirmiş, tamam. “Bir İngiliz, gittiği yeri yadırgamıyor. Oranın alışkanlıklarına, göreneklerine hemen uyuveriyor! Gittiği yerin, toprağı, suyu, havası ile tanışıyor! Ve köyün en kör yerinin iklim farkını keşfeden ve bir mucize toprağı yapan kuvvet, sır, işte buradadır.” (s. 24) Çok güzel muhit, biraz bakılsa tam turizm merkezi olur ki bakılmamış hali bile ecnebileri çekmektedir. Köylüler bu yüzden şikayetçidir biraz, “Düğünsüz Köy”de anlatıyor Yesari, yaşlılardan birinin söylediğine göre köyde düğün pek olmazmış çünkü şehirden, başka ülkeden gelenler kibarlıkları, gösterişleriyle köylü gençlerin akıllarını karıştırırlarmış. Erkekler güzel kadınları, kadınlar varsıl erkekleri beğendikleri için birbirlerine bakmazlarmış, bir de tarlada çalışmak istemezmiş kadınlar, oysa geçinebilmek için iki yandan da girmek lazımmış tarlaya. Yesari için doğanın kirlenmesi bu, şehirliler köylülerin tertemiz aklını karıştırıyorlarmış! O kadar da zeki adam, yoksulluk belası üzerine neden düşünemiyor, hayret.
Köyden çok hikâye çıkar, çıkıyor da hepsini anlatmıyor Yesari. Kahvehaneyi kiralayan güngörmüş adamın her sene çektiği sıkıntıyı aktarıyor, gelenler yanlarında içki de getirirlermiş, memurlar bir yakaladı mı cezayı basarlarmış. Kim ne içerse içsinmiş, sorun değilmiş de cezalardan yılmış artık. Alkol ruhsatı aldıktan sonra vergi vermek istemiyormuş bu kez. Teselli arayan insanları kendi hallerine bırakmak gerektiğini söylüyor Yesari, dinleyeceğini dinledikten sonra uzaklaşmıştır muhtemelen. “Çapraz’ın Romanı” yapısı itibariyle de ilginç, Yesari oralarda çalışan babayani bir adamla arkadaş olur, Çapraz nam bu adam hayatının roman olduğunu söyleyip defterini Yesari’ye teslim eder, söylediğine göre hayatını yazmıştır o deftere, gerisi Yesari’ye kalmıştır. Ne yapar Yesari, defteri olduğu gibi geçirip aralara kendi yorumlarını yazar, mesela hangi bölümde yetişkin Çapraz’ın devreye girdiğini, hangi bölümün çocuk Çapraz tarafından düşünülmüş olabileceğini hesaplar, en sonunda hiçbir şey yazmaz çünkü öyle aman aman bir şey değildir elindeki. Aşk hikâyeleri, tüyler ürperten maceralar bekleyen okuru tatmin edecek hiçbir şey yoktur, dolayısıyla Çapraz’ı memnun edecek bir şey söyleyemez ama Çapraz bir süre önce oradan ayrılmıştır zaten, mevzu kapanır. Adam beklemiş midir acaba romanının yazılmasını, Yesari bir şey yazmış mı diye bakmış mıdır?
Önemli bir metin. Hüzünlü. Yesari’yi bilen mutlaka okumalı.
Cevap yaz