Mehmet Fazlı Gök – Çirkin Sevgilim

Soluk aldık vallahi. Hikâyeyi, kurguyu şöyle sırtlayıp götüren karakter özlemimiz dinmiştir. Toplumumuzun kanayan yaralarını göze sokmayıp harala gürelede veren karakter özlemimiz de dinmiştir. Serbest dolaylı anlatıcıya yüz vermeyip derdini, dertlerimizi özneliğinden başka vasıtayla eşelemeyen karakter özlemimiz hepten dinmiştir. “Zaten bu da böyle değil midir, evet, bu konu şöyledir” şeklinde kestirip atmalara son. Meseleyi üçken beşe çıkarmaya uğraşırken anlatıyı cart diye çekip yırtmaya, yıkıp viran eylemeye paydos. Nedir, belki biraz daha uçmalıdır mevzular, sevgiliden ayrılmanın derdindense daha derin veya daha tuhaf olmalıdır. Olur, olacak, Gök’ün yazdıklarını sorgusuz sualsiz okurum bundan sonra. Sorgu sual mühim, kurmaca görgüsüne güvendiğim, günceli takip eden üç beş arkadaşıma ara sıra sorarım: “Yeni bir şey var mı?” Uzun zamandır yoktu, şimdi var. Şöyle, Gök’ün öykülerinde Bernhard’ın etkisinden zaten bahsedebiliriz, kitaptaki son öykü Bernhard’dan mülhem şık bir şalaladır, bunun yanında Genazino etkisinden de bahsedebiliriz gibi geliyor bana, özellikle “Çirkin Sevgilim”de. Bernhard’la Genazino’nun sarmal anlatılarında fır fır dönüp aynı yere gelmeyiz, bulunduğumuz yerin biraz daha üstündeyizdir, altındayızdır, manzaraya farklı açılardan bakarız, mesela bilişsel alan okurun farkında olmadan genişlemiştir, yeni konum -zamanda, hafızada- oluşmuştur da anlatıcı yeni meskeninden, yeni meskeninin kattıklarıyla anlatmaya devam eder, Gök’te bu anlatı yolunun özgün bir biçimi var, yenilik burada. Anlatı zamanından hiçbir zaman kopmayız, anlatıcı varlığını hiçbir zaman unutturmaz, o tedirginlik, kaygı bir şekilde ortaya çıkar. Genazino kaptırıp gider bazen, Bernhard zaten uçar gider, kendi yaşamını anlattığı beşlemede bile böyledir, Gök’se o tekil, anlık, berrak bakışı hep korur. “Birinci”ye bakalım, favorim. Doğduğumdan beri Küçükyalı’da yaşıyorum, otuz beş yıllık profesyonel İstanbulluyum, kendimi karaktere pek yakın bulduğum için dandik tecrübelerimle araya gireceğim. “Bugün birinci ben olacağım. Bütün İstanbul sakinleri kuduracak öfkeden. Öyle bir mağlup edeceğim ki onları, akşam evlerine döndüklerinde sinirden çocuklarını dövecekler. Ne geçim sıkıntısı, ne borçlar, ne de işyerindeki aşağılanmalar, hiçbiri benim zaferimin ağırlığı kadar binmeyecek sırtlarına.” (s. 11) Bir haltlar yenecek, merakla izliyoruz. Anlatıcı bol bir pantolon giyiyor, ağırlık yapacak bir şey yok üzerinde, spor ayakkabılarını da giydi, tamam. İskeleye gidiyor, vapuru bekliyor. Kırk sekiz dakika var. Bacaklarını açıyor anlatıcı, üç kişiye yer yok artık, kapı önünde bekliyor ama sürgüyü diğer taraftan çekiyorlar, zaman kaybı. Bunu tutturmak gerçekten zor, görevlilerin huyunu suyunu bilmek tek çözüm ama her zaman işlemiyor bu, kaç yıllık Karaköy-Kadıköy vapuru tecrübemden biliyorum. Eh, bu durumda vapura binen ilk kişi olmak için rakipten daha hızlı yürümek lazım, yürüyor anlatıcı, arkasına dönüp yumruğuyla zafer hareketi yapıyor, matrak. Ben bunu yapmam, düzenli olarak aynı hattı kullanıyorsak karşılaşma ihtimali yüksek. Neyse, vapurdan inerken yine bir hengâme, zinciri açan görevli anlatıcıya çalışıyor bu kez. Benim mahalledeyiz, Bostancı. Işıklar zamanında yanıyor, evren anlatıcıdan yana. Marmaray. Kapı açılır açılmaz inen yolcuların bacaklarının arasından geçiyor anlatıcı, çantasını boş koltuğa fırlatarak yerini sağlama alıyor. Etraftakilerin tepkileri hiç önemli değil, hepsinin ağzına sıçılacak günün sonunda, şampiyon belli. Marmaray’da hangi koltuğun boşalacağına dair bir tahmin bahsi var, çok ince iş. Banliyö trenleri zamanında geliştirdiğim taktikler var, oturanın üstüne başına bakıp istasyon beğendirirsiniz, cep telefonuyla konuşuyorsa kulak kesilirsiniz ki nerede ineceğini açık ederse kaçırmazsınız, en az iki kişilik bir grup varsa Kadıköy’de ineceklerini düşünüp pusu kurarsınız, böyle gidiyor. Böyle hesapları var anlatıcının, hep en önde olmak istiyor, bu yüzden başkalarının eşyalarını kaldırıp atmaktan çekinmiyor mesela, yürüyen merdivende arıza çıkarıyor, bir dünya tantana. “Tecrübeli bir yarışçı bilir ki, İstanbul’daki şoförler yola bir yerlere varmak için değil, yayalara yol vermemek için çıkar. Bunu bilmeyip kibar kibar bekleyenler gitsin Oslo’da yarışsın. Burası İstanbul.” (s. 17) Deep Turkish Web havası, güldürdü. Bitmiyor, ATM’yi ele geçiriyor, sinemada dizini dayayan adamın inadını kırmaya çalışıyor, herkesi alt ediyor anlatıcı, ipi en önde göğüsleyerek diğer öykülerin karakterlerinde de mevcut olan sosyal anksiyeteyi saçıyor hikâyesine, kırılgan kimliklerimizin epistemolojik nüvelerine kafa göz giriyor, “Nüvene de al yumruk,” diyerek hareketini çekiyor. On numara beş yıldız öykü.

“Superhero” kırklarındaki adamımızın Beyoğlu’yla, yaşamıyla imtihanı. Orta yaş bezginliği var, orta yaş kilosu, çocukları alıp giden eski eş. “Kırkım artık. Antik Yunan’da bilgeliğin yaşı. Ortadoğu’da peygamberliğin. Coğrafya tamam ama zaman uygun değil. Ve şu konjonktür denen şey. İkisi de değilim mecburen, ölüyorum sadece.” (s. 22) Güzel çıkışlar, ne bıktıracak kadar çok, ne ahlaksızcasına yüksek. Adamımız caddede yürürken itekleniyor ve tramvayın altında kalmaktan son anda kurtuluyor böylece, itekleyicisinin söylediği üç beş heceden hiçbir şey anlamıyor ama adamın şehir eksperi olduğunu şak diye anlıyor, üzerine dikilen bakışların etkisiyle çaylakmış gibi hissediyor. Utanç, öykünün başında da bir utanç ânı vardı, bu sosyal kelepçe yüzünden kişi nereye baksa mutlaka dert edinecek, kendine yontacak bir şey buluyor, çağımızın nevrotik insanı adeta. Hafızası sağlam ama, toplumdan yana olduğunu söyleyebiliriz, göze sokmadan gösteriyor. “Kapatmıştı kapılarını mesela bu şerefsizler iyi hatırlıyorum, batarlar inşallah.” (s. 27) Hepi topu bu ama besbelli Gezi, bir zamanlar film izlenen ama artık izlenmeyen, sahibine düşman olunan yer de muhtemelen Emek. Bunlar güzel füzeler. Ama öykünün sonu biraz acele, “Çirkin Sevgilim”in sonu da öyle: Anlatıcı şöyle bir yukarı bakıyor, tarihî bir apartmanın camında beyaz atletli bir adam, mutsuz gözlerle anlatıcıya bakıyor, selamlaşıyorlar, son. Eh. “Çirkin Sevgilim” en Genazino öykü olabilir, bol yürümeli ve düşünmeli, memleket ahvalinden dem vurmalı, kişisel ilişkilerin açmazında dolanmalı öykü. Gözlemler iyi, anlatıcı sabahın köründe otobüsten iniyor, otogarda. Umut Sarıkaya inceliğinde tespitlerin çerçevelediği otogar insanları, kasisler, WC’de bir lombak. “Piton” diyor anlatıcı, lombak değil. Mevzu ilişki: Kız son kez sevişmek istemiş, otel tutmasını söylemiş oğlana, sonra bitecek. Bitmeyecek gibi görünüyor, anlatıcı ne zaman ayrılık meselesini açsa kız anlamazdan geliyormuş, sanki görmediği sorun yokmuş gibi. Üniversitede okurlarken mutluymuşlar, oğlanın evinde kalıyormuş kız, ailesi ziyaretine geleceği zaman hemen eski evine koşup ev arkadaşı Rabia’yla rol kesiyorlarmış, dümen dümene. Okullar bitti, kız memlekete döndü, artık ayrılık vakti ama değil, önce buluşulacak, sevişilecek belki, ayrılığa sıra gelirse inşallah. Küçük yer, anlatıcının gezinirken düşündükleri. Çocuk işçiler var, “Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?” kokuyor bazı, şehir heykelinden sanata ve zanaata, ekonomiye dair çıkarımlar hoş lakin bir haralop var: “Uzak köşedeki masada yirmili yaşlarının başında genç bir çift oturuyor. Sandalyeleri yapışık. Önce biraz öpüşüyorlar, durup uzun uzun sarılıyor ve tekrar öpüşmeye başlıyorlar ve tekrar sarılıyorlar. Bunu herhalde yarım saattir hiç konuşmadan tekrarlıyorlar.” (s. 48) Bostancı’da bile, “Şşü bilader, kalkın gidin,” diyen cengaver çoktu, Bostancı tabii ki medeniyetin beşiği sayılmaz ama yine uygar yerdir, öpüşmek tabii ki uygarlık göstergesi değildir ama, eeh, anlayın, Anadolu’nun şirin, nezih bir kasabasında isterseniz ağa çocuğu olun, mekan da sizin olsun, yarım saat boyunca öpüşmenizi sağlayacak bir gücün var olduğunu hiç sanmam. Ufak tefeklerin haricinde şık bir öykü bu da. Onurhan favorisinin “Bir Allah Misafiri” olduğunu söylemişti, o da şık. Son öykü bir saygı duruşu, ona bir şey diyemiyorum. Yürüdükleri orman Karaçam Ormanı‘ndaki orman olsun istedim.

Şudur, aşağı yukarı kırk yıl daha okurum, tabii o sırada sanal dünyayı daha cazip kılan bir teknoloji geliştirilmezse, Gök de takip edeceğim iki üç yazardan biridir artık. Hay yaşa be.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!